Hayatın içinden…

Yolun sonuna geldik galiba! Galiba deyimi, insanın yüreğinde bir umut taşı. Her şeyi kaybediyor da umudunu yitirmiyor insan. Kendimi bildim bileli hep gençtir, hep dinamiktir umut. Yaşlanmak nedir bilmiyor. Beni yolcu edip ardımca kalacağa benzer.

Bir rüya gördüm geçen gecelerin birinde; ‘Allah hayırlara çıkarsın’, cenazemin altına girmiş, cemaatle birlikte arşınlıyordum yoları. Kendime şaşıyordum; hangisi benim diye?  İçerideki mi,  dışarıdaki mi?  Şimdi çözüyorum rüyamı; dışarıdakinin umudum olduğunu anlıyorum. İnsanı mezarına koymadıkça tükenmezmiş umut! Aslında doğum gibi ölüm de yaşamın bir gerçeği. Şairin dediği gibi, “Ölüm herkesin başında, uyudun uyanmadın olacak…” 

Nedense insanlar hep korkar ölümden. Korkulan ölüm değil ‘bilinmezliktir’.  İnsanlık tarihi esasında;  ‘bilinmezin bilinir kılınması’ tarihidir. İnsanoğlu varlığını sürdürebilmek için emin ve güvende olmak ister. Bu yüzden bilinmezi bilinir kılmağa çalışır. Bilmek, öğrenmek için ömür tüketir.  Ancak ölüm bilinmezler yurdudur. Ölümden sonra ne olacağımızı, nelerle karşılaşacağımızı hiç kimse bilemez, hatta maddeci görüşe göre; ölüm, her şeyin sonu olduğu gibi ölümün de sonudur.  ‘İdealist’ ve ‘gayeci’ görüşler ise bir spekülasyon (vurgunculuk) deryasıdır. Bu konuda dini inançların, felsefi görüşlerin ardı arkası kesilmez. Diyalektik görüşe göre hiçbir zaman son yoktur, sonlar yeni başlangıçlardır. Sonsuz olan bu mekanizmadır. Bu duruma göre ölüm son değil yeni başlangıçların yurdudur. Ölümden sonra her şey kendi formatında ve kulvarında yoluna devam eder. Ancak sonuçta bunların hiçbiri ölüm kadar gerçek ve gerçekçi değildir. 

Esasen ölümün bu gerçekliği karşısında ona saygı duymak gerekir. Korkulan ölüm değil ölüm sonrası bilinmezliktir. Bu korku ve bilinmezliktir ki, çoğumuzu bir inancın, bir dinin salikleri yapmıştır. Hatta bu korku ve bilinmezlik tarih boyunca yöneticiler, krallar ve rahipler tarafından istismar edilerek insanların boynunda bir tasmaya, ruhlarında bir travmaya dönüştürülmüştür. 

Aslında sadece yaşlılara has değildir ölüm. Genç yaşta terk-i dünya edenlerin sayısı da pek azımsanamaz. Bana göre ölüm, yaşamımızın hemen yanı başında bulunan bir oyun arkadaşımızdır. Kanaatimce insan yaşamı da ölümü de bu şekilde algılayabilmelidir. Bu yüzden yaşım ne kadar ileri olursa olsun umurumda değildir ölüm. Nasıl olsa o beni bir gün bulacaktır. Bence ölüm kalım hesabı yapmak da doğru değildir. Bu konuda ipler ölümün elindedir; alacaklı olan odur, o bizi gelip bulur.  Bu yüzden ölümü varsın ölüm düşünsün ya da bezirgânı.  Gençliğimde de pek aldırmazdım ölüme. Ölüm derdim; insanın yanı başında, insan her an o gömleği giyebilir. Ardından da bir yorumda bulunurdum filozofça; ‘her an olacak bir şey, hiçbir zaman olmayacak demektir’ deyip yaşamıma devam ederdim. Esasen İnsan hayatında bir kez ölür ve onun da farkında olmaz. Bu yüzden korku değildir ölüm. Yani öldüğümüzü biz bilemeyiz; eş-dost, konu-komşu bilir, ölümü onlar yaşar. Çünkü, ölüm içinde ölüm bilinmez. Bu yüzden ölümümüz için yeise kapılmamak gerekir, mutlak olacak bir şey için düşünmeye de üzülmeye de gerek yoktur.   Varsın bunu, sevenlerimiz, eşimiz-dostumuz öldüğümüzü görenler, bilenler düşünsün. Ben kendimden ziyade sevdiklerimin, eşimin, dostumun üzülmelerine üzülürüm. Esasen öldüğümüz için bunu da pek bilemeyiz. Hangi can ne kadar ağıt yakar, hangi dost ne kadar üzülür öldükten sonra bilebileceğimiz şeyler değildir bütün bunlar. Sonuç olarak, biz varken ölüm yoktur, ölüm varken de biz olmayız. Ölümü tatsız kılan ayrılıklar, sevgiler ve özlemlerdir. 

Kanaatim odur ki, bizim gibi yaşı ilerleyen insanların esas korkuları ölüm değil, sağlıksızlık ve çeşitli hastalıklara duçar olmaktır. Ele-güne, uzak-yakın çeşitli insanlara muhtaç kalmaktır. Bu yüzden asıl olan sağlıklı olmaktır. Eldeyken onun kıymetini pek bilmeyiz; değerini, kaybettiğimizde anlarız. O zaman da iş işten geçmiş olur.  Genelde gençlik yılları hızla gelir geçer, hiçbir şeyi iplemeyiz;  sağlık, zindelik umurumuzda bile olmaz. Bunları kötü bir şekilde tüketir, yaşlılıkta ise hüsranlarını yaşarız. Görüldüğü üzere hiçbir şey hakkını almadan gitmiyor bu dünyadan. 

Etraftan duyuyorum, “Yastığa başımı koyar koymaz ölümüm geliyor aklıma. Acaba bu gece ölür müyüm? Çektiğim ağrılar, halsizlikler, baş döngüleri yetmiyormuş gibi bir de ölümle uğraşıyorum gece boyunca. Gözlerimi kapamaktan, uyuyup kalmaktan korkuyorum.” diyen ve günde 15-16 adet hap kullanan kalbi, şekeri, tansiyonu olan insanlarımızın sayısı az değildir. Bu durumda asıl olan sağlıklı yaşlanmaktır. Ölüm yaşlılardan ziyade sağlıksız olanlara daha yakın durur.

Diğer yandan çaresizlerin çaresidir ölüm. Şairin dediği gibi “ölüm asude bir bahardır rintlerin ülkesinde…” hayatın sillesini yemiş, elden ayaktan düşmüş, yatağa çakılı kalmış, çaresiz nice rindin beklediği ‘beyaz atlı prens’ gibidir ölüm. Bazı dillerde ve bazı yerlerde ve bazılarımız için  “Paklık” tır ölüm. Sonrasında vakur, vazife-şinas ve sözünün eridir ölüm; Bu güne kadar ıskaladığı hiç görülmemiştir. 

Bana gelince, baş döngüsü dedim de son zamanlarda musallat oldu başıma. Vertigo deyip duruyor doktorlar. Pek de uzun olmayan aralıklarla, alacaklılar gibi gelip beni buluyor. Yattığım yerden kalkamıyorum. Geçen akşam komedinin üstündeki su bardağını alamadım. Oda tersyüz oldu, yatak başıma geçti sanki. Bereket Ukraynalı Bakıcım Helga’ya, hemen imdadıma yetişti. Tüy gibi hafif uykusu. 

Evden çıkamıyorum artık. Eski dostları da göremiyorum. Zaten kimler kaldı ki? İnsan öleceğine yanmıyor da şu hastalıkların insana ettiğine yanıyor. Kedi fareyle oynar gibi oynuyor insanla. Neden böyledir? bilemiyorum. Hastalıklar geldi mi gitmek bilmiyor. Arkadaş oluveriyor sizinle. Arsız misafirler gibi,  kapıdan kovsan pencereden giriyor. Hatta evin sahibi o oluyor, misafirliğin tedirginliğini, sıkıntısını siz yaşıyorsunuz adeta. O ise hayatının tadını çıkarıyor bedeninizde. Sadece bedende olsa iyi bilmişsiniz. Bütün ruhunuz, varlığınız sarsılıyor, onun isterlerine boyun eğiyorsunuz. Üç kuruşluk varlığınız da bu devrede hastane, ilaç, doktor arasında eriyip gidiyor. Bu arada Dolar da durmadan yükseliyor. Helga’nın maaşı her ay artıyor. Ne kadar karamsarım. Oysa her devrede hayatın tadını çıkarması gerekir insanın. 

Hayatın tadı dedim de ‘O’ düştü aklıma. Zaten hiç unutmadım ki. Gençlik yıllarım hiçbir şey anlamadan geçti. Deli fişekler gibi gezip durdum ortalık yerde. Pek çok şeyi de hatırlamıyorum. Bazı günler çok uzaklardaki köşesinden çıkıp nanik yapıyor bana. Kıymetimi bilemedin dercesine bıyık altından gülüyor, sanki alay ediyor benimle. Yaşamımın ilkbaharıydı bu. Yazından da pek bir şey anlamadım. İşti, evlilikti, çocuktu derken geçip gitti. Beni kavuran sıcaklarından başka bir şey kalmadı aklımda. İnsanın kendini en güçlü hissettiği devrede ya da böyle olduğu zamanda zaaflar, tutkular zirve yapıyor. Bu da en zayıf tarafı oluyor insanın. Kendini bir şey zannediyor. Durduk yerde başınıza çoraplar örüyorsunuz. Sonrasında da bu çoraplarla uğraşıyorsunuz ve zamanın geçtiğinin farkında olmuyorsunuz. Bir keresinde kendime gelip, “Dur ya ne oluyorum? dediğimde yaşım kırkı çoktan aşmıştı. Şimdi o da bulunduğu yerden el ediyor bana. Kızgın güneşi çok uzaklarda, donmuş bedenimi artık ısıtmıyor. 

Sonbaharımda, hem derin bir hüznü, hem de ikinci baharı yaşadım. Bu devrede hayat arkadaşım olan eşimi kaybettim. Dünya gailesi birbirimizi tam olarak yaşatmadı bize. Çok fırtınalı günlerimiz oldu. Yıprattık birbirimizi. Ama köprüleri hiçbir zaman atmadık. Fırtınalı denizden kurtulup sahile atmıştık kendimizi. Her ikimiz de emekli olmuştuk. Tek çocuğumuz olan kızımızı da evlendirmiştik.  Söz vermiştik; artık birbirimizi üzmeden el ele verip ikinci baharımızı ve birbirimizi yaşayacaktık, torun büyütecektik. Ama o sözünde durmadı, duramadı. Ölüm gelip onu elimden aldı. Hayata küsmüştüm. Onu sevmişim meğer! Arar oldum. Deliydi doluydu ama o fırtınalı denizlerde birlikte kulaç atmıştık. 

Uzun yıllar evlenmedim. Düşünmüyordum da. Ta ki onu tanıyıncaya kadar. O gün okulları kırmıştık. Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi. El ele tutuştuk otobüse bindik, Boğaza doğru yol aldık. Özgürdük! Boğazın tepelerinde, kıyılarında olduk. Parklarında bahçelerinde dolaştık. Karabataklarla martılarla söyleştik. Havuç çiçeklerinden bir taç yaptım ona bir de hercailerden bir demet. Siyah saçlarını aralayarak kulağına yerleştirdim demeti. Öyle güzeldi ki! 

Ertesi gün, Cihangir parkında buluşmuştuk. Annesinin imzasını taklit ettik; gözlerine baktım, korkudan eser yoktu. Akşamüstü vapurdaydık. Büyük Ada’dan dönüyorduk, tedirgindi, birlikte görüneceğimizden korkuyordu. Ailecek, konu komşu hep birlikte gitmişlerdi adaya. “Sen de gel ama yanımıza yaklaşma” demişti. Sonrasında denize girdiler arkadaşlarıyla. Ben de aralarında oldum. Birlikte yüzerek uzaklaştık gruptan. Annesi kıyıdan bağırıyordu “Kızımı kaçırıyorlar.” 

Bodrum’dan dönüyorduk. Otobüsteydik paralarımızı birleştirdik, evlenmeye karar vermiştik. Ama paramız bir dolap almaya bile yetmiyordu. Âşık olmuştum ona. Gece onunla yatıp, sabah onunla uyanıyordum. Gün boyu onu düşünüyordum. Elim ayağım tutmaz, bedenim iş göremez olmuştu. Yap-bozlar hazırlıyor, şiirler yazıyordum. Hayatımın baharını da sonbaharını da onda yaşıyordum. İnsan âşık olunca ne önceyi ne sonrayı düşünüyor. Anı yaşıyor sadece. Ayakları da yerden kesilince zamansız ve mekânsız oluveriyor. İşte tam da burada aslında aşk kendini yaşıyor. Ne aşığın yangısı, ne maşukun şaşkınlığı umurunda oluyor aşkın. Evlendim her şey bitti. Aşk geldiği yere döndü. Generalin kızı hercailiğe büründü. Bu arada Helga koluma giriyor ve beni tuvalete taşıyor. 

Ve bir şiir!

Ölüm ve İnsan…                                         

Ne serden geçer, ne yârdan insan.

Ne sele katlanır, ne yardan atlar,

Ne cariyesiz olmak ister dünyada

Ne de hurisiz kalmak ahiret’te.

Haram çukurunda helâli ararken

Cehennemsiz bir cennet düşler…

Ah! Şu ölüm olmasaydı dünyada;

Ne helâl bilinirdi ne haram,

Ne de tanrılar dolaşırdı insanlar arasında…

Eylül 2022 - Acıbadem

Yorumlar
Kalan Karakter 800