Felâtun Bey ve Gözlüğü (2) (İskenderiye Feneri)

Esasen iki taneydiler; birini seyahatte kaybettim, biri de bu evde yok oldu. Benim gibi bir insanın başına gelsin bu, hayret doğrusu!

Esasen iki taneydiler; birini seyahatte kaybettim, biri de bu evde yok oldu. Benim gibi bir insanın başına gelsin bu, hayret doğrusu! Onsuz sanki hayatım durmuştu; okuyamıyor, yazamıyor, çalışamıyordum. Yenilerini almak için doktora gittim ama yenisi onun yerini hiçbir zaman tutmadı. Alışkanlıklar kolay terk etmiyordu insanı. Bir gün, onun bir yerlerden çıkacağı umudunu hep içimde taşıdım. 

Nitekim öyle de oldu;  çatı arasındaki kitap kutularından birinin içinde buldum onu. Ben ona o bana şaşkın gözlerle bakıp durduk bir süre. Buraya nereden çıkıp gelmişti? Sanki birisi muziplik olsun diye onu buralara getirip koymuştu. Keşke dili olsaydı da anlatabilseydi yaşadıklarını. Mutlaka benim yaşadıklarımdan daha ağırını yaşamış olmalıydı. Bunu nereden mi bildim? Çünkü mutasyon geçirmişti gözlüğüm! 

Onu kitap kutusundan alıp gözüme takar takmaz halüsinasyonlar görmeye başladım. Bu yüzden günlerle doktorlara, hastanelere taşındım. Bir türlü tanı koyamadılar. İçime bir korku düşmüştü; her şey gözlüğü takınca başlıyordu. Acaba bu durum benden mi, gözlükten mi kaynaklanıyordu? Emin değildim. Bütün bunları doktorlara anlattığımda; sorunun gözlükte değil, kafamda olduğunu söylediler ve beni başlarından savdılar. 

Başıma durduk yerde iş açılmıştı. Nasıl okuyacak nasıl yazacaktım? Öyle ki, gözüme taktığım anda, o kafasına göre takılıyordu; bir gün Papua Yeni Gine’de, yerlilerle “şeytan avında” olurken, ertesi gün; Eskimolarla kartopu oynatıyordu beni. Ya da bir başka gün piramitlerde taş işçiliği yaparken buluyordum kendimi. Titi-kaka’yı, Patagonya’yı, Antartika’nın göbeğideki buzulları, Okyanusya’daki Fiji’yi, Paskalye Adasını, Kamçatka’yı, nereden bilirim ben? Hep onun sayesinde öğrendim.  Bana buralardaki habitatın, insanların, vahşi yaşamın hikâyelerini sunuyordu. Hatta beni ‘zaman içinde’ gezdirip insanların ve olayların arasında yaşatıyordu. 

Hani derler ya; zamanla insan hastalığıyla, derdiyle dost olurmuş diye. Bende de öyle oldu. Kısa zamanda ‘limondan limonata yapmasını’ öğretti bana. Onun sayesinde çeşitli zamanlarda dünyanın çeşitli yerlerinde oluyordum. Bunlardan çok güzel hikâyeler çıkarmaya başlamıştım. Artık onun iplerini de elime geçirmiştim; ona, bin bir gece masallarındaki halı gibi hükmediyordum.  Güçlü bir yazar olmuştum. Bana nasıl yazıyorsunuz? Diye soranlara cevabım şöyle oluyordu:

“Herkesin altında uçan bir halı / Bu âlemden masalsız göçen var mı?”     

Kendisine şükran borçluydum. Bana her gün bir macera yaşatıyordu. Böylece monoton emeklilik günlerim bir hareketlilik, bir zenginlik kazanmıştı. Belki inanmayacaksınız ama bu gerçekten de böyleydi. Dilerseniz, takılın bana dünyanın yedi harikasından biri olan “İskenderiye ve Feneri”ni ‘zaman içinde yolculuk’ yaparak birlikte gezelim! 

 “Miladi 1326 yılındayız. Bu güne gelirsek gün, 5 Nisan 1326 ‘ya denk düşüyor.''

Şehre girdiğimde Müslümanlarla Hıristiyan tacirler arasında bir kavga çıkmıştı. Şehrin valisi Kerekî, Hıristiyanları himaye eder bir tutum içine girdi. Bu olaya sinirlenen halk valinin konağına hücum etti. Vali oradan sıvışarak posta güvercinleriyle Melik Nasır’ı haberdar etti. Melik Nasır adamlarını göndererek duruma el koydu. Bazı tüccarların mallarına el koydu bazılarına da işkence yaptı. Sonrasında da şehir sakinlerinden 36 kişiyi kılıçla ikiye bölüp cesetleri iki sıra halinde astırdı. Bu hadise şehre geldiğim Cuma günü vuku buldu. Şehrin büyük tüccarı Revâha dil sürçmesinin ve yanlış anlaşılmanın kurbanı oldu.

Burası çok sevimli, işlek ve güvenlikli limanıyla son derece düzenli bir şehir. Üstünlük, zarafet ve sağlamlığa dair ne ararsan burada bulursun. Din ile dünya ile ilgili bütün kurumlara da sahip. İskenderiye şehri ışıltısıyla baştan ayağı zümrütle bezenmiş bakire bir kıza benziyor. 

Bildiğiniz gibi İskenderiye denince akla hemen Feneri gelir. Dünyanın Yedi Harikası'ndan biri ve tarihte inşa edilmiş deniz fenerlerinin en yüksek olanıdır. MÖ 285-246 yılları arasında inşa edilmiştir.  Fener, I.Ptolemaios Soter ve II. Ptolemaios tarafından limanın karşısındaki Pharos Adası üzerine yaptırılmıştır. Üç bölümden oluşan fener Helenistik mimarinin bir harikasıdır ve mimarı Knidoslu Sostratus'tur. Kaidesi ile birlikte 135 metre yüksekliğinde olan fener, beyaz mermerden yapılmıştır. Tepesinde bulunan, tunçtan yapılmış büyük bir ayna 70 kilometre uzaklıktan görülüyor ve limana giren gemilere rehberlik ediyordu. Denizler tanrısı Poseidon’un heykeli yine fenerin en üst kısmında yer alıyordu.

Felâtun Bey ve Gözlüğü (2)  (İskenderiye Feneri)  resim: 0

Alt bölümü dikdörtgen şeklinde ve yaklaşık 55 metre yüksekliğindedir. Orta bölüm, yukarıya doğru giden rampası olan bir silindir şeklinde olup yüksekliği yaklaşık 27 metredir. Üst bölüm ise silindir şeklindeydi ve üzerinde alevin bulunduğu bir odası vardı. Fenerin bu üst kısmı MS 955 yılındaki bir depremde, gövde kısmı da 1302'de başka bir depremde yıkılmıştı. Heredotus’un deyimiyle fener dünyanın 7 harikasından biridir.

Şu anda karşımda fener kare şeklinde göğe dev bir yapı gibi uzanıyor. Kapısı hayli yüksekte. Bu kapının karşısında aynı seviyede bir yapı daha var. Karşıdan karşıya tahta köprülerle geçiliyor. Fenerin etrafı 140 karış kadar ve yüksek bir tepenin üzerinde. Buradan şehre 4 kilometre uzunluğunda dikdörtgen şeklinde uzanan bir platformla geçiliyor. 

Doğu ile batının tam ortasında bulunan Şehrin dört kapısı var. Batı yönüne Babü’s-Sidre’den çıkılıyor. Bu gün Cuma olduğu için Babü’l-Ahdar açık. İnsanlar buradan mezar ziyaretine gidiyorlar. İskenderiye’nin limanı oldukça büyük ve dünyanın önde gelen limanlarından biri.

Şu anda ülkeyi Memluklular yönetiyor ve ülkenin başında Melik Nasır bulunuyor ve bu fenerin karşısına ona denk bir bina dikmeye çalışıyor… 

İskenderiye’nin harikalarından biri de şehrin dışında bulunan ve Amûdü’s-Sevârî denilen mermer sütun. (Ulu Sütun; Haçlılar bu yapıya Pompey’s Pillar adını vermişledir. ) Bu tek parça muhteşem yapı hurmalıklar arasından çok uzaklardan görülüyor. Dört köşeli taş kaideler üzerine oturtulmuş. Buraya nasıl ve kim tarafından dikildiği kesin olarak bilinmiyor. 

İskenderiye’ye ulaştığımda buranın Emiri Selahaddin adında biriydi. Burayı Mısır Sultanı Melik Nasır adına o yönetiyordu. Şehrin bazı bilginlerinin ünü dünyayı sarmış. Bunlardan biri de Kindî. Çok büyük bir sarığı var. Dünyada menendi yok. Bir defasında onu mihrabın önünde otururken gördüm… Sarık o kadar kocamandı ki, mihrabı dolduruyordu.

Fahreddin Rigi’de saygıdeğer bir ilim aşığıdır ve şehrin kadılığını yapar. Kadılık görevini yürüttüğü sürece adaletten ayrılmamış ve ününü dünyaya duyurmuştur. Şehirde Şeyh Ebu Abdullah’ın namazda selam verdiği zaman (görülmeyen varlıklarla) konuştuğu dilden dile dolaşıyor…

Bu dünya için dinini satmayan Burhaneddin A’rac beni evine davet etti. Tasavvuf ehliydi; başını dizlerinin arasına koydu. Tasavvuf dilinde buna “Tezyîk” deniyor. Bir müddet sonra başını kaldırınca dört yuvarlak ekmek, süt dolu bir kap ve içinde biraz hurma bulunan bir tabak buldu. Arkadaşlarıyla beraber bu güzel azığı yedik. 

İskenderiye geçmişine yakışmayacak tarzda şeyhler müritler diyarı olmuştu. Kentte herkes adeta birbirinin şeyhi ve müridiydi. Şeyhler keramet üstüne keramet yağdırıyor ve birbirleriyle kıyasıya yarışıyorlardı…”

Ekim 2022, Acıbadem


Not:

(Bir karış 20-25 cm.)
İtalik harflerle yazılanlar: 
14. yüzyıl Gezginlerinden; Tanca’lı, İBN BATTÛTA’YA (1304-1368) aittir.

Yorumlar
Kalan Karakter 800