Ali Rüstem Bey

‘İstanbul’un taşı toprağı altındır’ denerek kente günün her saatinde akın akın insan gelmektedir. Köy yerinde işsiz güçsüz dolaşanlar, ırgatlar, rençperler satıp savarak ya da borçlanarak, bu şehre atmıştır kendilerini….

İstanbul’un taşı toprağı altın’ deniyor; herkes, çiftliğini çubuğunu bırakıp, bu şehre hücum ediyordu. O da çok genç yaşlarda köyünden çıkıp gelmişti bu koca İstanbul memleketine: ilk gelenlerdendi, şehir henüz kapışılmamıştı.

Dünyada II. büyük savaş henüz bitmişti. Avrupa’da taş taş üstüne kalmamıştı. İnsanlar savaştan, kıtlıktan, açlıktan tükenmişti. Savaşa girmemekle beraber ülkemiz insanları da yokluk ve yoksullukla boğuşmuştu.  Amerika savaşın galibiydi; savaş sonrasında nüfuz bölgesindeki ülkelere yardım programı başlatmıştı. Ülkemiz  de bunlardan biri olmuştu. Savaş sonrasında harp teknolojisi üretim teknolojisine dönüşerek kitlesel üretime geçilmiş ve ekonomiler süratle canlanmaya başlamıştı. İnsanların nüfusu ve refahı hızla artıyordu. Bu dönemde, etrafındaki bu canlanma ve gelişmelerden payını alan ülkemizde de büyük değişimler yaşanıyordu. Tarım makineleşiyor, ziraat ve hayvancılık hızla gelişiyor, büyük şehirlerde, özellikle de İstanbul’da canlanan ve hızla gelişen ekonomik hayat insanları ve kitleleri kendine çağırıyordu.

Sahipsiz bir şehirdir garibim İstanbul! Bu gün de hala böyledir...  Nedense onu hep hamaset konusu yapmış, acımasızca kullanmış; güzelliklerini, doğasını, coğrafyasını koruyamamışızdır, Bu yüzden kötü bir kaderi olmuştur İstanbul’un. Kapanın elinde kalmış gibidir; cehaletin, kargaşanın, kötü kullanmaların, yağma ve rantın objesi olmuştur.  

Bu devrede, köylerden kentlere (esasen bu dönemde İstanbul göç alan biricik kentimizdir.) daha doğrusu İstanbul’a yönelik göç bir  ‘El dorado’ (altına hücum) metaforu ile açıklanabilir. ‘İstanbul’un taşı toprağı altındır’ denerek kente günün her saatinde akın akın insan gelmektedir. Köy yerinde işsiz güçsüz dolaşanlar, ırgatlar, rençperler satıp savarak ya da borçlanarak, bu şehre atmıştır kendilerini.

Şehrin köşe başları tutulmuştur.  Osmanlıdan kalma araziler talancıların, arsa vurguncularının elindedir ve siyasal sosludur. O güzelim araziler; vadiler, tepeler hatta kıyı şeritleri bir gecede çevrilip parsellenir; dışarıdan gelenlere el senedi ya da muhtar tapusuyla pazarlanır. Piyasa oldukça canlıdır; ‘hemşerilik-komüncülük’ zirve yapmıştır. Yatağı-yorganı, çulu-çaputuyla gelen vatandaşın, hemşerisinin yanına sığındıktan sonra, ilk uğradığı yer parti mahfilleridir. Sırtını koloni-yal bir anlayışla kıdemli, nüfuzlu, güçlü ve siyasal soslu bir hemşeri birlikteliğine dayamak bu koca şehirde kaybolmamak ve tükenmemek anlamına gelmektedir. Kısa zamanda hemşerilik ve ahbap-çavuş ilişkisi içinde bir yerlere kapılanan ve eli para gören vatandaş genelde borçlandırılarak önce arsa, sonrasında da imece usulüyle bir kulübe sahibi yapılır.  Bu kulübeler sonrasında sosyolojik bir gerçeklik içinde ‘gece-kondu’ olarak adlandırılacak ve devamında yoz bir kültürün oluşmasına yol açacaktır.  Bu olgu, burjuvalaşmak (kentleşme) yerine şehrin köylüleşmesine ve heterojen bir yapının ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Çeşitli kırsal kültürlerin kent kültürlülüğünü galebe çalarak şehirde kimsenin sahiplenmediği ve benimsemediği yapay ve yoz bir kültürlülüğü ya da kültürsüzlüğü oluşturmuştur.

Ali Rüstem Bey resim: 0

 Gerçekten de bu kondular insanların acil konut gereksinimini karşıladığı ve yasal bir zemine dayanmadıkları için süratle ve genelde geceleri çalışılarak yapılmaktadır. Bu kondular tepelere, vadilere, hatta kıyı şeritlerine hiçbir plana ve programa, gereksinim duymadan kondurulurken, arsa ve alt yapı üretmesi gereken devlet ve yerel- yönetimler bu olgu karşısında ne yazık ki,  sessiz ve gözsüz olmuşlardır. Ya da bu durum o dönemin bir politikası olmuştur. Dışarıdan gelen yardımlar heder edilirken, yüz binlerin aktığı şehirde insan iskânıyla ilgili olarak ne bir imar planlaması, ne bir arsa üretimi, ne de bir alt yapı çalışması yapılmıştır.  Öyle ki; yeni yerleşimleri, yeni mahalleleri ve yeni semtleri oluşturan bu kondular sanki gökyüzünden ‘avuç-avuç’ atılmış gibidirler. Kondular her türlü yasallık ve şehircilik anlayışından uzak bir tarzda; büyük bir aç gözlülük ya da aymazlık sonucu birbiri üstüne yığılırken; sokaklar, yollar, kamusal alanlar unutulur ya da kimsenin umurunda olmaz. Sonrasında yollar, sokaklar ve geçişler; kondukların, kulübelerin arasından dolandırılarak oluşturulur. Bu yüzden yol verme, geçiş ve sınır kavgaları başlar.  Bu sorunlar kahve ve camilerde halledilmeye çalışılır ya da kavga ve husumetler cinayetlerle sonlanır.

Kentteki ekonomi çok canlıdır. İnsanlar refahtan pay almaktadır ve cepler para görmektedir. Vatandaş arsanın üzerine gecekondusunu kondurur kondurmaz yapının dış sıvasını bile yapmadan içine girer. Artık çoluk çocuk kafasını sokacak bir yuvası olmuştur ve bu; şehirde tutunmak için, çok önemlidir. Şehirde ev yoktur, kiralar çok yüksektir ve en önemlisi de kolonyal bir içgüdüyle sürüden ayrılmamak gerekir.  Kondular genelde dış sıvası yapılıp çatısı çatılarak bitirilmez. Her yıl kat üstüne kat çıkmak için çatılar asla kapatılmaz. Yapıların üstü inşaat demirli olarak bırakılır. Seçimler, gecekonducularla siyasiler arasında at pazarlığına dönüşür;  oylar, ilave katlar ve yeni rantlar içindir…

Âli Rüstem köyünde sığırtmaçtır. Kolu kanadı güçlü, boyu postu yerinde bir yağız delikanlıdır. Yavuklusunu çeşme başında koyup “El dorado’ya” ilk gelenlerden olmuştur. Bir hemşerisinin yanına sığınarak, getir-götür işlerinde insanlara yardımcı olmaya başlamıştır. Boğaz tokluğuna çalışmaktadır, üstüne başına verilmektedir ve her an değişse de yatacak yeri vardır. Sonuçta genç ve bekârdır ve nereye olsa sığmaktadır. Ali Rüstem kısa zamanda insanlara sevdirir kendini. İnsanlar bu eline ve ayağına çabuk, becerikli gençten pek memnundurlar. Ali Rüstem, bu memnuniyeti çalışkanlığı ile birleştirerek kısa zamanda bir toprak parçasına ve üzerinde bir kulübeye dönüştürmesini bilir. İşler mısır patlağı gibidir. Ali Rüstem kondu işinde ‘getir-götür’den rençperliğe buradan da kalfalığa ulaşır. Evinin bir köşesine inşaat malzemeleri yığarak satmaya başlar.  Sonrasında bu girişimi onu nalbur ve inşaat malzemesi satan firmaların sahibi yapar.

O kızı alacaktır, evet o kızı! Gecekondularının yapılmasına yardımcı olduğu zamanda kendisine bir tas su veren o kızı alacaktır. Kız tastaki sudan önce bakışlarını ve tebessümünü sunmuştur ona. O anı o hiç unutmamıştır Ali Rüstem. Sabah ve akşam işe gidiş gelişinde hep izler onu. Bir triko atölyesinde çalışıyordur. Sayısını bilmediği birçok kardeşi vardır ama o ailenin en büyük kızıdır.  Muhtara açtı derdini görücü usulüyle evlendiler. Evi vardı, işi vardı, kadını da olmuştu şimdi. Karısını işten ayırdı,  dükkânın başına geçirdi, daha büyük bir dükkânı da kendisi için diğer sokağın başında açtı. Ali Rüstem’in hareketli ve bereketli bir iş hayatı vardı ve kendisi artık, ‘Ali Rüstem Usta’ olarak anılıyordu.

Ali Rüstem Usta yaşamı ve mekanizmasını kavramıştı. Tam manasıyla ortama ayak uyduruyor;  ‘Cumalara’ gidiyor, parti toplantılarına katılıyordu. Mahallenin ileri gelenleri ve esnafı arasında saygın bir konuma ulaşmıştı. Bu kez konumunu kullanarak arsa işine de girişti. Vurguncularla işbirliği yaparak ucuz ve hesaplı arsalar kapatmaya başladı. Artık hesaplı ve ucuz (güç ve nüfuz kullanarak) arsalar elde ediyor, araziler kapatıyor ve  ‘anahtar teslim’ çalışıyordu. Kendisi artık ‘Ali Rüstem Bey’ olmuştu.

Anadolu İstanbul’a boşalıyordu; şehir yağmalanırken durmak olmazdı.  Köyde kimseler kalmamıştı. Bir öncü çıkıyor ardından bütün akrabası, yakını, eşi-dostu bu şehre sökün ediyordu. Anadolu’nun herhangi bir vilayetindeki nüfus sayısından daha fazlası bu şehre göçmüştü.  Şehir aldığı göçle şişiyor, durmadan kalabalıklaşıyordu. Hareket bereket demekti; insanlar çoğaldıkça ekonomisi de, kârı da çığ gibi büyüyordu. Gidip yaşanacak, iş tutulacak, yatırım yapılacak, baş döndürücü kârlarla bir anda köşe olunacak; denizi martısı olan tek bir şehrimiz vardı ve bu şehrin adı; İstanbul’du.

Ali Rüstem, ülke ekonomisinin bu döngüsünde, kent tarihinin bu evresinde ve insan yazgısının bu aşamalarında önce sığırtmaç, yanaşma, sonra rençper, kalfa, usta, daha sonra; esnaf, tacir, tüccar, yap-satçı ve son kertede de yüklenici ve iş insanı evrelerini yaşayarak ‘Ali Rüstem Bey’ olmuştu. Onunla Ümraniye’nin göbeğinde yirmi katlı bir binanın girişinde buluştuk. Binayı ve arabasını sigorta ettirmek istiyordu; depremden korkuyordu.

“Ancak tapusu yok, ‘tahsis belgesi’ var. Ayrıca iskânı da yok ama içeride altmış aile yaşıyor.” Diyordu. Sonrasında içinde bulunduğu açmazın sıkıntısını aşmak istercesine; 

“Aha kapıdaki gördüğün arabadan Türkiye’de sadece iki tane var, biri bende diğeri Ankara’da. Aha işte burada; şükür, ruhsat benim üstümde!”

Esasen biz İstanbul’u pek sevmedik, kendimizden saymadık. Onu hep yabanıl ve yabancı olarak algıladık ve onu sadece kullandık. Şimdilerde ise onu küresel bir düzenin acımasızlığına ve açgözlülüğüne teslim ettik; ‘yapılar artık daha yüksek yapılıyor, otuz kırk katlı yapılar içlerinde ofisler, mağazalar, banka şubeleri, şirket merkezleri barındırıyor; toprağın içine doğru, hep daha derine, mahzenler ve tüneller kazılıyor.’

Şimdi çok uzaklardan ve çocukluğumdan gelen bildik nağmelerin ezgileri kulaklarımda yankılanıyor. Çayırının, çimeninin, denizlerinin yosun kokulu havasını soluyorum. Rüzgârında, yağmurunda, karında yıkanıyor; tarihinde, coğrafyasında geziniyorum; denizlerinden gelen meltemleriyle esenlik buluyorum ve İstanbul’umu çok özlüyorum…

                                                                                                                            Ocak 2023 Acıbadem 

Etiketler İstanbul göç Altın
Yorumlar
Kalan Karakter 800