Satır araları!

Yattığı yerden doğruldu; zaten yatamıyordu, acılar içinde bütün bir gece debelenip durmuştu. Aylardır bu haldeydi...

Nedense çok az zamanı kalmıştı. İnsanlar aralarında gizliden gizliye onun için böyle söylüyorlardı. İnsanların bakışları, yaklaşımları da değişmişti; ona acınası gözlerle bakıp kendi durumlarına şükrediyorlardı. Hele ki, yapay acıma ve şefkat gösterilerinden nefret ediyordu. İnsanların bu acımasızlığı onu derinden üzüyor, ruhu bu duygular cenderesinde eziliyordu.

Onun artık insanlarla değil, ama bir türlü hükmünü icra etmeyen zamanlaydı sorunu. Zaman sanki onunla oynuyordu. Zamanı hem var, hem de yok gibiydi. Bir işe yarayamayacak kadar kısacıktı ama ruhunu cenderelerde ezen yüzyıllar kadar da uzundu. Günleri sayılıydı ama saatler geçmek bilmiyordu. Bu yüzden zamana içerliyor, acımasızlığına veryansın ediyordu. 

Onun için zaman satır araları gibiydi. Kendini satır aralarında yaşar gibi hissediyordu. Satırlar önünde sıra dağlar gibiydi; onları aşmak istiyor, ancak buna gücü ve takati yetmiyordu. İnsanlar zamanı satır satır yaşarken, o satır aralarının acımasız yalnızlığında bocalayıp duruyordu. Yapacak bir şey kalmayınca zamanın anlamı da değişiyordu. Zaman onun için yokluk hükmündeydi. Bencil ve hasisti; sonsuz bir nehir gibi akıp giden varlığından birkaç damlacığını ona çok görüyordu. Bu yüzden ona içerliyor, etrafında zamanı hatırlatan her şeye isyan ediyordu.

Bir anda bileğindeki saate hamletti. Bileğinden sıyırdığı gibi karşıdaki  duvar saatine fırlattı. Ancak saati tutturamadı. Kalktı saati duvardan alıp olanca hışmınla yere çarptı. Akrep bir yanda, yelkovan bir yandaydı. Saniye çubuğu da mekanik bir sesle hala dönüyordu. Evet, zamana bunlar hükmediyordu. Bu küçücük canavarı yok etmeliydi. O vakit zaman durur muydu? Saçmaladığının farkındaydı ama zamana hükmetmek duygusu bütün benliğini esir almıştı. Olmayacağını biliyordu. Nitekim yerdeki saat can vermemişti tik-takları devam ediyordu. Sesler beynini had-daneye çevirmişti. Kulaklarını tıkadı, ses daha da arttı. Saatin sesi odanın duvarlarında yankılanıyor, sanki bir kırbaç gibi havayı yararak alaycı kahkahalara dönüşüyordu. Büyük bir öfkeyle duvardaki saati yerinden aldı ve var gücüyle tekrar tekrar yere çaldı. Bir an ortalık sessizliğe bürünmüştü ama kol saatinin saniye çubuğu büyük bir duyarsızlıkla hala dönüyordu…  

Gün ağarıyordu; karanlıklar sessiz bir şekilde sıyrılırken, acımasız aydınlıklar sinsi bir şekilde içeri doluyordu. Zaman hükmünü sürüyordu; emanetini almaya gelen arsız ölüm meleğinin umursamazlığı içindeydi. Zaman, sonsuz servetinden tek kuruşu bile insanlardan esirgeyen pinti ve açgözlü bir zengin gibiydi. Zamanın kendisi için bir yerde biteceğini biliyordu ama kalan zamanın nasıl geçeceğini bilemiyordu. Onu kahreden de buydu. Zamanın acımasızlığına teslim olmak ve onun kendisiyle oynamasına izin vermek istemiyordu. Bu yüzden kalan zamanı bir şekilde ortadan kaldırmalıydı.

Bir şeyler yapmalıydı. İçine yumuldu; kendini zamana teslim etmeyecekti.   Bir an fare zehri geçti aklından. Zehrin dili damağı kurutan tadı ve acı kokusu itici geldi ona, vazgeçti. Banyodaki jiletler bu işi daha iyi görürdü. Küvete girdi. Sıcak suyun içine uzandı boylu boyunca. Her iki bileğini de kesti. Acı da çekti. Kanı tükenene kadar bekledi ancak kan kokusuyla baş edemedi! 

Gün odaya doluyordu. Pencereye seğirtti. Perdeyi araladı. İnsanlar güne başlamıştı. Karıncalar gibi oradan oraya koşuşturuyorlardı. Trafik daha şimdiden kilitlenmişti. Dokuzuncu katta oturuyordu. Her tarafı görebiliyordu. İlerilerde solgun bir deniz, puslu bir ufuk vardı. Pencereyi açtı ama bu iş balkondan daha rahat olurdu. Salondan geçip balkona çıktı. Üzerine tırmandı korkulukların ve bir anda boşlukla kucaklaştı. Bir kuş gibi hissetti kendini. Bütün karabasanlardan ve umutsuzluğun cenderesinden kurtulmuştu. Sonrasında yere çakıldığında, zamana nanik yaparken buldu kendini. İnsanların, okula giden çocukların ayakları altında kolu bacağı bir tarafa dağılmış, beyni pörtlemiş,  iç organları parçalanmış… Bu görüntüler bir tiksinti hali yaşattı ona.

Gözleri uzaklara takıldı. Sanki deniz onu çağırıyordu. Kalktı giyindi. Savaşa çıkan bir cengâver gibi hissetti kendini; onu yenmenin bir yolu olmalıydı; zor oyunu bozardı! Denize doğru yürüdü. Onu müttefiki görüyordu, bağrına sığınacaktı. Belki denizin olacaktı ama zamana teslim olmayacaktı. Esasen zaman onu kapısından kovmuştu ama yakasını da bir türlü bırakmıyordu. Karşısına alaycı sırıtkanlığıyla geçip “Her şeyin bir zamanı var” diyordu.

Hayli sakindi deniz. Issız, kimsesiz bir adaydı burası. Yürüdü, yürüdü denizin içine doğru. Su onu sarmalıyor, ayaklarını yerden kesercesine kaldırıp bağrına basıyordu. Ciğerlerindeki kirli ve kokuşmuş hava hızla tükenirken, o bedeninin ve tüm varlığının kutsandığını duyumsuyordu. Zamana karşı kendi öz iradesinin bir seçimiydi bu ve bunun haklı kıvancını yaşıyordu. 

O şimdi yüce bir dağın yalçın kayalıkları arasından zirveye doğru yürüyordu. Yarı beline ulaşan bir karın içinde yol almaya çalışıyordu. Zamanı yeneceğini onu aşıp zamansız bir boyuta ulaşacağını biliyor ve buna inanıyordu. Bu yüzden zirveye ulaşmalıydı. Rüzgâr bıçak gibi esiyordu. Nefes alıp vermede hayli zorlanıyordu ama zirveye de hayli yaklaşmıştı. Gün akşam olmuştu. Gözleri, çadırını kuracak kuytu bir köşe aradı. Hayli yorulmuştu. Bu gece dinlenecek, yarın doğan günle birlikte zirvede olacaktı. Son bir gayretle çadırını kurdu, ocağını yaktı. Yemek tasını karla doldurdu. İçine kurutulmuş et ve işkembe parçalarını kattı ve son peksimetini de doğrayıp hepsini bir arada kaynattı. Güzel ve keyifli bir yemek olmuştu. Sonrasında uyku tulumunun içine girdi. Göz kapakları kendiliğinden kapandı. Gecenin derin sessizliğinde kalbinin atışlarını dinledi bir süre, varlığını duyumsadı. Bunun üstünde başka bir gerçek yoktu. Zaman sanki durmuştu… Belki de ona öyle gelmişti. Etrafta mekân denecek bir sınır, bir iz yoktu. Sonsuzluğun içinde gibiydi; her şey, her yön sanki kendisinden ibaretti. Tüm varlığı, geçmiş yaşamı etrafa saçılmıştı. Çocukluğu, gençliği, bu günkü çaresizliği hepsi birbirine geçmişti. Sevinci, hüznü, mutluluğu, tasaları, korkuları, endişeleri ve umutları da öyleydi. Her biri birbirinin içinden yol bularak boy veren devasa bir gövdenin sarmal kolları gibiydiler. Tüm hayatını oluşturan cümlelerin hiçbiri tam değildi ve hiçbir anlam taşımıyorlardı. Hepsi yarım yarımdı. Kelimelerin hatta harflerin her biri, mahşeri andıran yığınlar gibi birbirine geçmişti ve satır araları da yoktu.

Temmuz 2022, Acıbadem

Yorumlar
Kalan Karakter 800