Melâ... Cemal Çalımer yazdı

“Mantıklı düşünce kişiyi A noktasından B Noktasına götürür. Hayal gücü her yere.” Albert Einstein

“Son zamanlarda kafam şu zamanlı evrenlere takılıyor.  Gelmişi, geçmişi olduğu gibi geleceği de oluyormuş bunların. Zaman dedikleri bir şey icat etmişler; ne olduğunu pek bilmiyorum ama deney-imlemek istiyorum!” 

Demeye kalmadı; sicim bağıntılarını çözerek, solucan deliklerini geçerek ve karanlık maddeleri dolanarak, zamanın ‘büyük patlama’ dedikleri bir olguyla başladığı bir ‘Evren’de buluyorum kendimi. Önüme çıkan gökadaları, bulutsuları (nebula), yıldız kümelerini ışık hızıyla değil, düşünce hızıyla aşıyorum. Centaurus’u sollayıp, Andromeda’yı da geçtikten sonra bu evrenin kıyısında köşesinde kalmış, milyonlarca gökadadan biri olan ‘Samanyolu’nda karar kılıyorum. Bu Gökadanın en dış sarmallarından birinde; kuş uçmaz kervan geçmez kuytu bir köşeciğinde, ‘Güneş’ adlı bir yıldızın hayat verdiği, ‘Dünya’ adlı güzel, mavi bir gezegende oluyorum. Gezegenin etrafında birkaç tur atıyorum; gerçekten, büyüleyici güzellikte bu gezegen. Yolumun üstünde sayısız taş ve kayadan sonra, bir vahanın tazeliğini ve var olmanın büyüleyici cazibesini buluyorum bu gezegende.  

Şu an, tarih öncesinden bu yana birçok insan topluluklarının yaşadığı, çok eski bir yerleşim alanı olan İstanbul’un üzerindeyim. Bir ‘Suyolu’, masmavi güzelliği ile yeşil tepeler arasından akıyor. Tepelerden birinde, ağaçlar arasında yer alan koca cüsseli bir taş yapıya doğru yöneliyorum. Büyükçe bir odada, ‘İnsan’ denen canlıları ilk kez toplu halde görüyorum. Bir konferans salonu burası. Kürsüdeki Profesör,  çeşitli görseller eşliğinde evrenin genişlemesiyle ilgili son teorilerden ve ‘Kara deliklerden’ dem vuruyor. Hayli eski olan bu bilgileri insanların çoğu bir masal gibi dinliyor.  Henüz kendi evrenleriyle ve zamanla boğuşuyorlar; zamanın olmadığı ya da bir başka türlü çalıştığı diğer evrenlerden habersizler. Önce büyük salonun koca duvarları arasında bir tur atıyorum, sonrasında onlar gibi ete kemiğe bürünerek, arkada bir yerlere geçip oturuyorum. 

Hemen yanımda, birkaç koltuk ötemde, fiziği ve yüz hatları itibariyle ‘Fi’ sayısını anımsatan bir genç var. Genç; anlatılanlardan çok,  eve nasıl gideceğini düşünüyor. Sorununa pek anlam veremiyorum; cebindeki kısıtlı parayla ya karnını doyuracak, ya evine gidecek! Yamacına oturduğum andan itibaren ilgisi bana yöneliyor: 

“Ne kadar güzel bir kız, sülün gibi” diyor. Sülün ne demekse? “Gözleri değişik, gri gibi bir şey, saçları platin renginde ve ipeksi bir görünümü var.” diye düşünüyor. Gencin hakkımdaki düşünceleri hoşuma gidiyor. Bir an göz göze geliyor ve gülüşüyoruz.  Benimle iletişim kurmayı,  hatta buradan birlikte çıkmayı düşünüyor. Ne var ki,  bir yerde oturup çay içecek parasının olmadığını hatırlayınca ıstırap çekmeye başlıyor. Gencin bu açmazı içimi buruyor; para denen nesne çok acımasız bir şey olmalı! 

Önce ben davranıyorum; kalkıp, yanına oturuyorum. Genç adam, adeta titriyor, selamlaşıyoruz. “Adım Melâ” diyorum. Genç adam; telaşlanıyor, kekeleyerek, “Be…Benim adım da Cemil” diyor ve elini uzatıyor.  Elini doğaçlamayla sıkıyorum; çok değişik bir duygu yoğunluğu yaşıyorum; içime, ‘İnsan’ denen bir canlının aktığını duyumsuyorum… Aramızda fısıltılar halinde bir diyalog başlıyor; benden sual ediyor. Ona çok uzaklardan geldiğimi söylüyorum; bir anlam veremiyor, ama çok güzel olduğumu söylüyor. Salondan birlikte çıkmayı aynı anda düşünüyoruz.  Salonun arka kapısından, kimseyi rahatsız etmeden, çıkıp insanları ‘Kara deliklerle’ baş başa bırakıyoruz. 

Cemil, parasızlık nedeniyle tedirginlik yaşıyor; ama ‘Mehmet Abi’den isterim diye düşünüyor. Üniversiteden çıkıp, ‘Çorlu’lu Mehmet Paşanın Külliyesi’ne doğru yürüyoruz. Burası otantik bir yer. Cemil beni, buradaki çayevini işleten  ‘Mehmet Abi’yle tanıştırıyor.   İnsanlar için hayati önemi olan parayı ilk kez bu vesileyle; Mehmet Abi ile insanlar arasında alınıp verilirken görüyorum. Çoğu; bir kâğıt, bazıları ise bir maden parçası ama Profesöründen Cemiline kadar, herkesin kafası bu para ile meşgul. İnsanlar gereksinimlerini bu para vasıtasıyla karşılıyorlar. Para, adeta ‘bir yaşam bileti’ olmasına rağmen nedense kiminde var kiminde yok! 

Bu arada çay içtiğimiz avluya, elinde para benzeri kâğıt desteler bulunan bir ‘İnsan’ giriyor. “Çekiliyor, çekiliyor. Milyonlar sizi bekliyor…” diyerek masalar arasında dolaşmaya başlıyor. İnsanlara para dağıttığını düşünüyorum. Masamıza yaklaşıyor; Cemil, “kazı kazan var mı?” Diye soruyor. “Olmaz olur mu? Abi” diyor adam. Kâğıt destesini Cemil’e uzatıyor. Cemil’le göz göze geliyoruz; benim çekmemi istiyor, desteden bir bilet alarak kazıyorum ve kazanıyorum! Cemil şanslısın diyor; sevincim doruk yapıyor.

Cemil bana rehberlik ediyor; Nur-i Osmaniye kapısından ‘Kapalı Çarşıya’ giriyoruz; insanlar, dükkânlar, vitrinler arasından geçiyoruz. Buraları insan kaynıyor; çok mutluyum; insanlarla iç içeyim. Çoğu geçmişte yaşıyor, ‘keşki’ diyor, geleceği bilemedikleri için de güzel şeyleri durmadan ‘ümit’ ediyorlar. ‘An’ı yaşayanlar çok nadir! 

Buradan ‘Eminönü’ dedikleri bir meydana çıkıyoruz; Mavi ‘suyoluna’ açılan bir meydan burası.  Ortada büyük bir Cami var. İnsanlar baş döndüren bir hareketlilik içinde.   Kıyıda irili ufaklı motorlar, tekneler ve havada martılar… Martılar insanlardan farklı bir tür; havada uçuyorlar. Bunların, zamanla ve parayla ilgileri yok. Bazı insanlar bunları kıyıdan izliyor, onlara yiyecek atıyorlar. Aslında herkes bir ‘yeme’ telaşı içinde. Cemil de öyle; etraftan gelen balık kokularıyla daha da acıkmış; bana da balık ekmek yedirmeyi düşünüyor. Öğlen, yemek zamanı! İnsanlar, günde en az üç-dört kez yemek yiyor. Yaşamları yeme-içme, üzerine kurgulanmış. Karbon esaslı biyolojik varlıklar bunlar; beslenme zincirinin en üstünde olmalarına rağmen, beslenme biçimleri hayli ilkel. Hantal bir yapıları ve hantal bir dünyaları var. Uygarlıkları da oldukça geri sayılır. ‘Güç paradigması’ nı henüz galebe çalamamışlar; güce dayalı bir ahlâk anlayışları var. Güçlü olmak istiyorlar, güce tapıyorlar; ‘güç’, yaşamlarının her yanına sinmiş, ha deyince ‘sevgi’ üretemiyorlar.  Bu yüzden aralarındaki savaşlar binlerce yıldır bitmek bilmiyor.  İnsanın evrimi ve uygarlığı bunları aşacak düzeye henüz ulaşmamış. 

Bizim böyle zorunluklarımız yok. Onlar gibi yiyip içmiyoruz. Fizik âlemi aştığımız için fiziki sorunlarımız da olmuyor; yer tarafından çekilmiyor, yorgunluk nedir bilmiyoruz. Mesafe, sorunumuz da yok. Düşünce ve bilinç yoğunluğu ile mesafeleri aşıyor, sadece anı yaşıyoruz. Bu yüzden geçmiş ve gelecekle ilgili sorunlarımız da yok. Yüksek bilinçle oluşuyoruz; cinsiyetimiz yok, ürememiz de yok. Bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda insanların işi çok zor! Sanki insanlar bu gezegene sürgün edilmişler gibi! Ancak oldukça basit ve gelişme halinde olan primitif bir ‘bilinçlik’ halleri (farkındalık) var. Belki de onları kurtaracak olan bu yanları. 

Cemil, “Gel, balık ekmek yiyelim!” diyor ve balıkçı motorlarından birine yöneliyor. Motorun içinde iki insan; biri kızartıyor, diğeri insanlara servis yapıyor; insanlardan topladığı paraları kirli önlüğündeki ceplerden birine atıyor. Balık ekmeklerimizi alarak kıyıdaki plastik taburelere oturuyoruz. Diğer insanlar gibi bir yandan yiyor bir yandan da denizi ve martıları seyrediyoruz. Martılar insanların attıkları yiyecekleri, havada pike yaparak, birbirlerinin ağızlarından kapıyorlar. Bu arada ayaklarımızın dibine bir kedi yanaşıyor. Bu da ayrı bir tür; yüzümüze bakarak miyavlıyor; onun da karnı aç! Elimdeki balık ekmeğin bir kısmını kediye verirken, diğer kısmını da martılara atıyorum. Cemil, yüzüme karşı değil ama içinden, ‘peki sen ne yiyeceksin?’ diye geçiriyor.

Cemil’e “Açlık ne kadar güçlü bir duygu değil mi?”diye soruyorum. Tabii ki, diye yanıtlıyor, devamla; “bugün dünyada iki milyar insan yatağa aç giriyor, bir milyarı da ölüyor. Doğanın bize sunduklarıyla, bugünkü teknolojimiz sayesinde, birkaç dünya doyar;  bundan hayvanlar da payını alır. Ama gördüğün gibi bunu becerdiğimiz pek söylenemez. Aslında Cemil haklı; bu bir sonuç, insanlar üretiyor ancak paylaşmasını bilmiyorlar…

 Cemil’le birlikte vapura binerek ‘Üsküdar’a geçiyoruz, oradan da otobüsle ‘Çamlıca Tepesi’ne. Vapurla mavi Suyolunu geçerken hayli keyif alıyorum. Üsküdar, İstanbul’un çok eski semtlerinden biri, ancak meydanda, insanlarla araçlar birbirine girmiş; kargaşa yaşanıyor.    Bulunduğumuz yerden buralara gelmek hayli zaman alıyor ve birden ziyade vasıta kullanıyorlar. Fizik ve somut dünyanın açmazları bunlar.  Çamlıca Tepesine ulaştığımızda bu kargaşadan kurtuluyoruz. Burası bir yanıyla ‘Suyolunu’ (boğazı), diğer yanıyla ‘Prens Adalarını’ görüyor. Huzurlu, sakin bir atmosferi var.  

Dışarıdaki masalardan birine yerleşiyoruz. Cemil gelen Garsona siparişimizi veriyor.  Hiç yabancılık çekmiyorum; bunda Cemil’in payı büyük. Cemil oturduğu yerden gökyüzüne bakarak derin bir nefes alıyor. Huzurlu ve mutlu. Ben de öyle. 

Burası çok güzel bir gezegen diyesi oluyorum. Cemil yerinde doğrularak, 

- Buraya başka bir gezegenden gelmiş gibi konuşuyorsun.
-Hatta farklı bir evrenden. Söyledim ama inandıramadım.
-Ne demek yani bu? 
-Ben, Lüba’dan geliyorum. Zamanın olmadığı, geçmiş ve geleceğin bilinmediği, sadece anların yaşandığı bir evrenden…
-Güzel de benim bildiğim tek bir evren var. O da içinde bulunduğumuz evren. Siz başka bir evrenden bahsediyorsunuz. Bu nasıl olur ki?
-Esasen başka evrenlerin olmaması eşyanın doğasına aykırı.
-( ! ) … Nedenmiş o?  
-13.7 milyar yıl önceki ‘büyük patlama’yı zamanın ve evrenin başlangıcı olarak biliyorsunuz. 
-Evet, doğru.
-Diyalektiğin yasalarına göre, ‘başlangıç’ olan şey, aynı zamanda ‘sonuçtur’ da değil mi? Patlamadan önceki sürecin (diyalektik evre) ne olduğunu biliyor muyuz?
-Hayır. Fakat bu yönde teoriler var. 
-Bir şey durduk yerde nasıl olur da patlar? Patlama (big-bang) bir evirilmenin sonucuydu. 
-Bu durumda evrenimiz tek ve sonsuz değil, öyle mi?  
-Başlangıcı olan her şeyin sonu da olur. Hiçbir şey var olmadı, yok da olmadı hep vardı; ancak hep değişti, değişiyor ve değişecek. Evrenlerimiz de öyle.  
-Evet, vetireye giren hiçbir şey kaybolmaz. Sadece değişir. 
-İşte sonsuz olan bu döngüdür,  bu da bir gerekirliktir (!) Cemil bir anda başını kaldırarak gözlerimden içeri bakıyor; 
-Peki, sizin evreniniz Lüba nasıl oluştu? Cemil’in bu soruyu soracağını biliyordum.
-Bizim evrenimiz size göre negatif, bize göreyse pozitif olan bir evrendir. Sizler somut bir evrende yaşarken, bizler soyut bir evrenin varlıklarıyız. Ağırlığı, yerçekimi, manyetiği, elektriği olmayan her şeyin bilinçte dengeye ulaştığı soyut idealar evrenidir. 
-Eflatun’un idealar evreni gibi mi (!) ???? 
-Neden olmasın? ‘İYİ’nin evreni. Ancak her iki evrenden de birbirine geçişler var. 
-Geçişler mi var?
-Biliyorum buna inanmamaktasın. Ben ise söylediklerimin bir kurgu değil,  bir gerçek olduğunu hala söylüyorum,  bunu sana kanıtlamak da istiyorum. 
-Nasıl yani? 
-Buna hazır olduğunu duyarak; benimle gelmek istemez misin? Cemil gülerek,
-Seninle beraber olduktan sonra, mekânın önemi olamaz. 
-Ellerini ver bana ve kapat gözlerini…
-………

Bu arada, Çamlıca Tepesi’ndeki bahçede, batan günün kızıllığında, yalnız başına masasında oturan bir genç adam, karşı kıyılardaki şehrin soluk ışıklarını bir iç derinliği ile seyrediyordu.  

                                                                                                                              Mart 2022 - Acıbadem

Yorumlar
Kalan Karakter 800