Eğitim: Pınar Kaftancıoğlu yazdı

"...Çocuk gelişiminde iki risk var. Biri, çocuğun büyüdüğüne çok erken karar vermek, diğeri ise çocuğun büyüdüğüne bir türlü karar verememek..."

Güncelleme:

Yine aynı gemi, aynı yolculuk... Patnas - Ancona feribotu. İç kamara, 48 bitmez saat...

Ben bu yolculuğu ilk kez iki sene önce yaptım. İpek, yani güzel kızım, İtalya'da gastronomi okumaya karar vermişti. Ona kalacak yer bulduk, eşyasının taşınması gerekti, uçak korkum malumdur, bir de baktık fazla bagaj şu bu epeyce bir para... İpek'i havadan gönderip kendimi Pınar Kaptan-ı Derya olarak 48 saatlik yolculuğun içinde bulmuştum.

İki sene geçti, İpek bu kısa okulu bitirdi. Şimdi onu toparlamak, geri taşımak, mezuniyetinde alkışlamak filan derken yine aynı gemide, hatta sanıyorum aynı kasvetli kabindeyim. Neler yaşandı, neler geçti, neler değişti... Burada yapacak başka hiçbir iş olmayınca bütün gün bunları tahlil ettim. Yazayım, paylaşayım dedim. Hem çocuklarım için de notlar oluyor bunlar, unutmasınlar.

Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim. Güçlü çocuk yetiştirmenin püf noktası gaddar olabilmek. Fakat bu gaddarlık öyle Kuzey Avrupa'da 18 yaşından sonra kapı önüne koyuyorlar hikayesi değil - ki o hikaye de zaten gerçek değil, bugünün Avrupasında çocukların ayrı eve çıkış yaşı ortalaması 27... Bu gaddarlık kontrollü, fakat olabildiğince erken, gündelik hayatın çarpışmalarına dahil etme hali...

Babamın ebeveynlik tarzı annemin korumacı tarzına göre daha akıllıcadır. Evimize yakın kasap, pastane, manav... her ne esnaf varsa ve evde her neyin ihtiyacı varsa beni yollardı, yaşım sekiz. "Pınar git, yarım kilo kıyma alıp gel, deftere yazsın". Kıymayıp alıp eve dönerdim, annemin kaş göz işaretleri karşılardı. Ne demek istiyor anlamaya çalışırken babam karşıma çıkardı. "Pınar ya, ben kuşbaşı diyecektim, yanlış oldu, hadi sen bunu götürüp iade et, kuşbaşı al gel". Allah Allah derdim, e peki...

Kasap amca kıyameti koparırdı tabii. Ben bu kıymayı ne yapacağım da, kararır da, kime satacağım da... Bir yandan o bağırırdı, öte yandan ben mantıklı itirazlarda bulunurdum. "Amca çok satılan şey kıyma değil mi, dolaba koyarsan kararmaz hem" şu bu... Kasap itirazlara devam edince artık ağlamaya başlardım. Göz yaşlarıma kıyamazdı, kuşbaşını verirdi, defteri düzeltirdi, hadi git eve derdi.

Gözümde dinmeyen yaşlarla eve döner dönmez babama cırlardım. Aklımda kalanlar annemin "Ümit ne saçma eğitim bu" serzenişleri, babamın "Olacak o kadar, hayatın kendisi mücadele" sözleri... Küserdim tabii, yarım saat sonra da neye küstüğümü unuturdum her çocuk gibi. Babam bir zaman sonra çevre esnaftan yeni bir kurban seçerdi, benim için yeni eğitim programı açılırdı. Çemberi çizdiği pergeli hep biraz daha açtı. Bir zaman geçti, kış biterken Sarıyer'de çiroz aldığımız balıkçı ile hiç olmayacak bir fiyat için pazarlık ederken buldum kendimi. Bir zaman geçti, pazarda önümde Teksas'lar - Tommiks'ler, hadi bunları sat dedi.

Eski önlüğüm, yakam, bitirdiğim ders kitaplarım, hepsi... Yenilerini eğer bunları satarsan alabileceğiz demişti. İyi paraya ve kolay satınca da babama iyice cesaret geldi, elime bir bidon soğuk su verip abim de yanımda, ikimizi Sirkeci Garı'nın önüne dikti. Satın bakalım dedi, ben şimdi gidiyorum, akşama gelip alacağım sizi. Köşeden izlermiş tabii de bu hikayenin en absürt kısmı o zamanlar İstanbul Erkek Lisesi'nde gayet beyefendi biçimde eğitimine devam eden abimin downgrade edilip su satış işine girmesi. Ben hadi neyse... :)

Bir zaman geldi ki sokakta kavga eden çocuklar uzaktan beni görünce "Pınar geliyor kaçııın" diye çil yavrusu gibi dağılır oldu. Çıtı pıtı bir kız değildim, olmayacağım da belliydi ama bordo bereli çocuk gibi bir şey olmuştum, babam da eminim bu kadarını beklemedi.Bence çok iyi bir eğitimdi. Hayatım boyunca, düştüğüm her çukurun içinden çıkabilmemi veya önüme yığılan her engeli rahatça aşabilmemi sağladı. - diye düşünüyorum.

Elbette biraz karakter meselesi. Yelatan'da kendi annesini anlatır babam, yani babaannemi. Okuyup bakıyorum, o kişilik aynı ben, yani evet var genetik bir haller ama o genetiğin son sürümünü bir korunaklı akvaryumun içinde tutunca bambaşka şeyler de çıkabilir.

Çevresel faktörler genetikten katbekat etkili. Bunları da kurmak, dizmek, büyük ölçüde sizde.

Şimdi buradan çıkıp, apayrı bir dünyadan, apayrı bir örnek vereyim.

Dilara, kızım İpek'in sıkı arkadaşı. (İsmi Dilara değil elbette, değiştirmek daha doğru.)

St. Joseph'te okudular. Çok yakındılar. Öyle bir yakınlık ki neredeyse kardeş oldular. Dilara benim de kızım oldu, İpek de ikinci bir anne şansı buldu. Dilara kolejin en başarılı öğrencisiydi, tam burslu girdi, okulu da alkış kıyamet bitirdi. Çok yüksek zekası ile hiç zorlanmadan İTÜ'ye girdi. İpek ise o ara İtalya'da gastronomi okumanın peşindeydi. Biraz bu yakın arkadaşlıklarının etkisi, biraz da hem kendisinin, hem ailesinin "Bir süre yurtdışı tecrübesi olsun" düşüncesi derken İTÜ'deki kaydını dondurup İtalya'da bazı sınavlara girdi ve Torino'da bilgisayar mühendisliği bölümünü yine tam burslu kazanmayı becerdi.

İpek'in destinasyonu Floransa. Onu hızlıca yerleştirip sırayı Dilara'ya getirdik, iki anne kafa kafaya verdik basit bir ev bulduk, bir de ilan açtık hem yalnız kalmasın hem masraflar bölünsün... İlana yanıtı İstanbul'dan sporcu bir genç kız verdi, bütün aileler toplandık, anlaştık, çocukları bıraktık, döndük. İçimizde ne huzur ne bir şey...

Hepimizin eli kızların üzerinde kaldı. "Yemek buldunuz mu, pazara gidebildiniz mi, otobüs işini çözebildiniz mi...". Türk Anneleri Birleşmiş Kuvvetleri gibi bir baskı kurduk. Yetmedi bir de kendi aramızda WhatsApp grubu kurduk orada tahlil - tartışma, her gün. "Benim kızın sesi bugün durgun geldi, sizinki nasıl"... gibi her şeye mana verip kendimizi teselli etmeye başladık.

Bir zaman sonra Dilara'nın okula gitmemeye başladığını Torino'daki bambaşka annelerden (Turkish Anne network'ü inanılmaz bir şey...) duyduk ve paniklemeye başladık. Soruyoruz tabii fakat bize söyledikleri bir şey yok, liseden arkadaş oldukları diğer kızlara soruyoruz, kapalı kabuk grubu olmuşlar, ser veriyorlar sır vermiyorlar. Allah Allah dedik, dayanamadı tabii, Dilara'nın annesi atladı bunların evine gitti. Habersiz. Ev tabii harman yeri...

Sporcu kız, aile baskısından (diyeyim, çok doğru bir söz değil ama doğrusunu bulmayı beceremedim?) sıyrılır sıyrılmaz kendini kop kop partilere, okuldan edindiği bolca arkadaş ile evi şenlik merkezine çevirmeye, alkole, hatta başka şeylere vermiş. Dilara donup kalmış, hiçbir şey söyleyememiş, söylemedikçe işler daha kötüye gitmiş, itiraz edebilecek bir yol bulamamış. O esnada ev coştukça coşmuş, partilerin cılkı çıkmış, duvarlarda yumruk izleri var.

"Yahu niye hiç ses edemedi" diye kendimize soruyoruz tabii... Yanıtı içten içe biliyoruz da, işte...

Çözüm diyerek evleri derhal ayırmayı önerdik. Fakat kız öyle bir travma geçirmiş ki ev bir yana kalsın aynı şehirde bile yaşamak istemediğini bize söyledi. Zorlamaktan hayır gelmeyeceğini düşünerek peki dedik. Ama elinde de fırsatı var, İtalya'da kendine devletten burs bulabilecek kadar başarılı bir öğrenci, bari dedik bu yılı komple yakma, git İpek'in yanına, dil filan öğrenirsin oralarda...

Böylece soluğu o esnada Floransa'daki okulunun mutfağında parmaklarını doğramakta olan İpek'in yanında aldı. İpek de farklı sebeplerden biraz sıkılmıştı. Bir araya geldiklerinde toparlandılar, bir süre mutlu mesut devam ettiler. Dilara İTÜ'de dondurduğu programa geçmeye karar verdi. Önünde altı aylık bir boşluk vardı, onu da MSA'nın bir programına dahil ederek geçirmesinde karar alındı. Sabahtan öğlene kadar süren bir program... Öğleden sonraları da boşta kalıp fazla düşünmesin diye sahibinin yakın dostum olduğu (o da bir ergen babasıdır) Comedus Pera'da garsonluk işine verdik. Eti senin - kemiği benim sözleşmesi... Çalıştıkça, bu güzel akvaryum balığı günden güne açıldı, dili çözüldü, giyimi değişmeye başladı. Onca misafir, müşteri, koşturmaca falan derken epey kendine geldi, canavar gibi oldu.

- İpek de bu yaz Viento'nun restoranında, Alaçatı'da çalışacak. Belki denk gelirsiniz..?

Bunlar tabii ki hala birer akvaryum. Fakat tam korunaklı olmayan, doğaya geçişi olan akvaryum. Keşke çok daha erken başlatsaydık dedik, diyoruz. Lise hayatları boyunca içten kapalı, dışa ise tamamen kapalı arkadaş grubunun kabuğunu kırabilseydik, de, diyoruz.

Çocuk gelişiminde iki risk var. Biri, çocuğun büyüdüğüne çok erken karar vermek, diğeri ise çocuğun büyüdüğüne bir türlü karar verememek. Bunlardan ikincisi, birincisine göre çok daha kötü sonuçlar getirir. Aklınızın bir kenarında hep bulunsun.

18'i doldurur doldurmaz kapı önüne konulmasalar da 16'yı doldurur doldurmaz çalışma hayatının içine sokulan Avrupa gençliği benim çok sevdiğim bir örnek. Kocaman şemsiyeleri açmakla boğuşan gencecik kızlar, dükkanların çöpünü - çıktısını taşıyan gencecik oğlanlar, masalara servis yapanlar, kasaların arkasında duranlar... Bütün bir Avrupa'da gençler çalışma düzeninin içinde, olabilecek en makul ve en erken yaşta yer alıyorlar. Emek, sorumluluk, disiplin... Hızlı tanışıyorlar. Hayranlıkla izliyorum, izlerken gözlerimi yaşartıyorlar.

Güzel bir hafta olsun.

Yorumlar
Kalan Karakter 800