Cildin önemi: 'Cilt canlıysa bedenin içindeki işler de iyi gitmektedir'

"...Burada cilt sadece bir işarettir. Fakat iyi bir onaydır, iyi bir tasdiktir... Cildiniz eğer hızlı iyileşiyorsa, parlaksa, canlıysa demek ki bedenin içindeki işler de iyi gitmektedir..."

Güncelleme:

Hastaneden çıktığımda bir hayli dikişli ve morarmış haldeki gözlerim, aslında ameliyatın sonrası yedinci günde neredeyse tamamen iyileşmişti. Yaşım 56 benim ve doktorum kontrolde bu iyileşme gücünün bu yaş grubunda çok iyi, hatta fazlasıyla iyi olduğunu söyledi. "Hatta şunu söyleyebilirim, şimdiye kadar bir fanide gördüğüm en iyi cilt" diye de iltifat etti. Şimdi bu çok iddialı cümleyi çok güzel bir iltifat olarak görsem de, benzeri hafızamda geri geldi.

Annem bu cümlenin aşağı yukarı aynısını çok seneler önce babaannem için söylemişti. Yaşım 6 mı 7 mi ne... Fatih'te yaşadığımız yıllar. Babaannem de gelmiş yanımıza, bir yandan bizimle yaşamaya alışırken bir yandan da "Bırakın, Kars'a döneceğim" kavgaları veriyor. Yaşı çok ilerlemişti. Kendi başına yıkanamadığı bir an geldi. Gelininden, yani annemden yardım istedi, annem onunla banyoya girdi, sırtını keseledi. Kayınvalidesiyle ilk kez yaşadığı bu intim karşılaşmadan dönüşünde "Vallahi bu kadın uzaylı" dedi. Hayatı boyunca durmaksızın güneşe maruz kalmış olan 95 yaşındaki ebemin elinde, yüzünde, cildinde tek bir kırışıklık ve sarkma görmemişti, hayret etmişti. - Bugün arayıp bu anıyı tasdik de ettim.

Şunu belirtmeliyim. Bu yazı, ben bir öveyim kendimi, sonra seni, sonra da sen beni şeklinde zincirleme boş iltifat işlerinden değil.

Seneleri iyi ve düzgün halde, yaşının iyisi olarak devirmek çok önemli. Cilt ile bedenin birbirinden ayrılması imkansız. Burada da nüve adında, yaşanmışlıkların izini en minimal seviyede tutan, içten gelen bir durum meydana çıkıyor. Genetik + beslenme (ah bir de ölçülü olsa) ve idealinde abartısız egzersizin bileşimi denilir. Fakat asıl konu, disiplinin içinde tuttuklarımızdan çok, dışında tuttuklarımız üzerinedir.

Babaannem, annem, ben... Ultra fani filan değiliz fakat çember çizip dışarıda bırakma pratiği galiba ortak pratiğimiz.

Babaannem kendi seçimleri ile değil, içine doğduğu fakirlik ve hiç el değmemiş olan coğrafyanın gereği, bugün milyonlar harcansa ulaşılamayan bir yaşam kalitesi ve beslenme kalitesi içinde gelişti.

Saskara'da rakım 1800 metredir. Ağır metal, sanayi, fabrika, hayvan yemi, balık çiftliği, tavuk çiftliği vesaire bölgeye hiç girmemiştir. Tarım yaban. Tarım ilacı yok. Daldan mideye. Hayvanlar merada. Meranın kurusu veya tazesi yedikleri.

Paketlenmiş en ufak bir şey yok. Köyden geçen bir çay, çayın kaynağı Volga, balık bol... Kayalara çarptıkça havada bir bez parçasıyla, bir sepetle rahatça tutulan alabalıklar. Bir de babaannemin su kuşu diye bize yedirdiği ve ismini hiç açık etmediği kurbağalar. Çok seneler sonraki uyanış anında suratlarımız, bence belgelenmeye değerdi.

Arılar Kafkas arıları. Kovanlardan çıkıp uçuyorlar hepsi. Glikoz, arı ekmeği, arı keki bilmem ne yok. Arı bal yapıyor, yarısı kovanda kalıyor, yarısı ailenin. Tüpgaz yok. Vita yok. Margarin yok. Beyaz un yok. Hazır sirke yok. Hiçbir şey yok. Yaban armudu, yaban eriği, alıç - böğürtlen filan... Kars'ın atalık Rus kartolları (patates), lahana ve beyaz turp (hren) hariç sebze de yok. Temiz ötesi bir hava var ama. Anormal güzellikte bir gökyüzü, anormal seviyelerde bir oksijen...

Sürekli hareket eden insanlar. Erken yaşta başlayıp 50'de son bulan doğumlar... Saçta boya yok. Yüzde makyaj yok. Soğuktan çatlayıp donan eller - ayaklar için Kafkasya'nın o çaresizlikte keşfettiği bitkiler ve bal, kuyruk yağı... Ne sürebilirse onlar.

Bu babaannemin hayatı.

Şehirde, bambaşka bir habitatın içinde, fakat aynı kusursuz dengede yaşamayı ise annem başardı.

Doğumu 1929, hayatta, Behiye Nurcan Kaftancıoğlu.

İçki içmişliği yok, sigara içmişliği yok, meşrubat yok. Hayatı boyunca bir kez bile içmemiş bunu. Paketli hiçbir şey yok.

Hayvansal yağdan mamul bir sürme bildiğimiz tek kozmetiğidir. Saç boyası yok. Evyesinde deterjan, banyosunda şampuan filan da yok.

Sürekli, hiç durmaksızın ve üşenmeksizin gezdiği ve bizi gezdirdiği İstanbul... Çok fazla hareket. Yaz aylarında Yenikapı'dan hiç üşenmediği tren yolculukları ile Menekşe plajı ve deniz. Devlet memuruna nerede kamp olabiliyorsa yakaladıkça orada biz. Güçlü bir sorumluluk duygusu. Gençlik şuurunun çöküp gitmesine izin vermeyen merak. Bitmeyen okumalar ve sorular...

Hiçbir öğünümüzü öylesine geçiştirmedi. Aklımdaki güçlü yeri böyledir. Öğretmenlik mesleğini az görülür bir ciddiyetle ve özveriyle yürütür idi. Akşamları yazılı kağıtlarını ve ertesi günün ders programlarını bitirir bitirmez bize takip eden gün neler pişireceğini hesap eder, bunları yazar ve çizerdi. Sütçüden alınan süt, kalorifer üzerinde sarıldığı battaniye... Bunlar şaşmaz rutinleri idi. Cumartesi oldu mu bizim elinden tutardı, İstanbul'da ne kadar balıkçı varsa hepsi turlardık. En ucuzu neyse o hafta, en bol ne çıkmışsa... Kasap yolu ancak maaş yettiğinde ki o yetişlerde bile etten çok kemik ve sakatat ile beslendik.

Çikolata, pasta filan bunları evimize asla almazdı. Lüks hediyeleri vardı tabii de onlar kuruyemiş veya muz ile sınırlıydı. Doğum günlerimizi galiba ya birer kez kutladı, ya da onu bile yapmadı. Kendi doğum günümü hatırlıyorum, abiminki hafızada yok. "Para tuzağı işlere yerimiz yok" :) Bütçeyi derli toplu kullanmak, ama şahane beslenme için kullanmak tek kuraldı.

Vakıflar'dan alınan kalıp sabunun dışındaki ilk temizlik maddesini ben 10 yaşındayken bir akrabamızın evinde gördüm. Yün döşekte büyüdük, büyüdüm. O yıllar boyunca en sık duyduğum şey annemin ağzındaki "Sentetik o..." kelimesi oldu. Sentetik olan her şey birer öcü gibiydi, kaçardık ve bence çok da iyi yaptık. Her şeyin yasak olduğunu düşündüğümüz bu çocuklukta aslında her şeyin ne kadar bol olduğunu yaşımız ilerlediğinde anca anladık.

Geçen sene, evinde, merdiven tepesinde bir şeyler yaparken yere düştü annem. Ambulans, ezik, çürük, travma filan derken 10 gün hastanede kaldı. MR, eko, tomografi, bin çeşit kan tahlili... Fark ettik ki annemi görmek için, hastanedeki bütün doktorlar en az bir kez odaya geldi. Nedeni tahlillerindeydi. 40'lı yaşların kondisyonunda bir beden, çok iyi işleyen bir zihin, yaşı belki 20 olan dişler. Tek problemi aileden geçen glokom genetiğitir ki o da merceklendi ve maşallahı var diyeyim, siz de deyin lütfen, benim için önemli.

Bana gelince de evet, muhakkak çokça genetik var işin içinde. Fakat her anımda annem ensemde gibi yaşadığım bir hayat da var. Sigara hiç içmedim, içki tüketimi gençliğimde yılda belki bir şişe bira seviyesindeydi, 30'dan sonra o da gitti. İçtiğim suyun iyi olmasına hep çok dikkat ettim, yediğim yoğurdun gerçek olmasına da her koşulda (seyahat filan dahil...) hep çok dikkat ettim.

Ben geç doğmuş bir bebeğim. Abim de öyledir. Ben doğduğumda annem 39 yaşındaydı ve buna rağmen birkaç yıl beni emzirmeyi başardı. Memeyi hayli geç bıraktığım bile söylenir ki konu aile içinde utandığım bir espridir...

Kemiklerin içindeki ilikler, Kars'tan otobüs altında bize gönderilen ürünler Çocukluğum bunlarla geçti. Yediği güçlü, kendisi güçlü, iştahlı bir çocuktum. Ölçümlemek konusunda hep sorunluydum. 5 yaşındayım, annem köfte yapmış, kafasında herkese porsiyonlamış. Dört kişi diyelim 6'şardan 24 köfte yapmış, mutfak tezgahının üzerinde babamın işten dönüşünü bekliyorlar. Ben bir sandalye ile tezgaha çıkıp hepsini yemeyi başardım ki o gece hayatımın ilk uzun soluklu, disiplin başlıklı seminerini de annemden aldım. İşe yaramış olacak ki 30'lu yaşların ortasına kadar kendimi frenlemeyi bir şekilde başardım. Ayarımın bir kez daha kaçtığı dönem İpek Hanım Çiftliği dönemidir. Buna da mesleki deformasyon demeyi tercih ederim. :)

Kozmetiğim yok. Basit yağlar ve mahalle hamamı. Bunlar şaşmaz. Uykumu doğal saatler içinde alırım, onun da saati hiç şaşmaz.

Kulağımda annemin sesi ile yaşıyorum diyebilirim. O ses habire "Evet şimdi D vitamini stokluyoruz" der, "Yoğurt ilaçtır" der, "Deniz doktordur" der filan... "Akşam uyumadan önce bir bardak ıhlamur müsekkindir". Özetle kendimi hiç zorlamadan, zaten alıştığım - bildiğim bir yaşam döngüsünde ilerliyorum. Sonucunu da gözümle görebiliyorum.

Burada cilt sadece bir işarettir. Fakat iyi bir onaydır, iyi bir tasdiktir... Cildiniz eğer hızlı iyileşiyorsa, parlaksa, canlıysa demek ki bedenin içindeki işler de iyi gitmektedir. Yoksa şekil filan hikaye... Anti aging işlerine, biliyormuşçasına esip savuran girişimcilere, doktor olmadığı halde doktorculuk oynayan tuhaf tiplere filan çok dikkat edin derim. "Para tuzağı" olmak dışında herhangi fonksiyonu olmayan koskocaman bir sektör gözünü cebinize fena halde dikmiş halde ve eminim ki günde üç farklı yerde karşınıza çıkıyor. Birinde yenilmezsen öbüründe yenileceksin, illa ki bunun içine düşeceksin diyor, düşmeni bekliyor. Dengeli, disiplinli, sağlıklı beslenin. Hafif bir egzersiz programını becerebiliyorsanız rutinleriniz içine ekleyin. Gereksiz olanları eleyin, eleyin, eleyin...

Yorumlar
Kalan Karakter 800