Varsıllık ve yoksulluk üstüne... Cemal Çalımer yazdı

İnsandan gayri hiçbir canlı zengin olmayı düşünmez. İnsanı aç gözlü yapan insanın bu arzusudur. Birileri zengin olmak isteyince fakirlik de birilerinin kaderi olmaktadır.

Yoksulu’ hüdayinabit olarak dünyanın hemen her yerinde görürken, ‘Varsılı’ ancak, avamın dışında, kendi sınıfı içinde, basında ve medyada görebiliriz. Yoksul davetsiz olarak geldiği bu dünyaya kıyısından köşesinden tutunmaya çalışırken, Dünyanın sahibi varsıllar ‘Düzeni’ insana göre değil, insanlığı ‘Düzene göre’ biçimlemekle meşguldürler!..

“Çünkü her düzen ayakta kalabilmek için kendi insanını yaratmak durumundadır”

Varsıllık ve yoksulluk üstüne... Cemal Çalımer yazdı  resim: 0

Bu tema üzerine çok yazılıp söylenmiştir. Oldukça dişil ve diri bir temadır. Esasen bu tema insanlığın dünyadaki macerasının doğrudan kendisidir. Dünya varsıllık ve yoksulluk üstüne kurgulanmış ve bu esas üzere dönmektedir. Ne yazık ki, insanlık bu konuda kendini aşabilmiş değildir; tüm tarih boyunca bu olgular, sebep ve sonuç sarmalı içinde, günümüze kadar gelmiştir. Bu yüzden konuyla ilgili olarak ben de birkaç şey söylemek istedim.

Yaşamın amacı nedir? Diye ortadan soracak olsak; çoğumuz, mutlu olmak deriz. Ancak nasıl ve neyle mutlu olacağımızı pek kestiremez hatta pek bilemeyiz ama çoğumuz zenginliğin mutluluk için gerekli olduğunu düşünür ve onu isteriz. (Çünkü içinde yaşadığımız dünyanın koşullaması bu yöndedir.) Ancak zenginlik herkese özgü bir şey değildir. Herkes zengin olamaz. O krallara, hanedanlara, soylulara, günümüzde de “Düzenin banilerine” özgü bir üstünlüktür. Bazı görüşlere göre de;

“Allah dilediğini zengin, dilediğini fakir kılar. Zengin servetine karşı şükürle ve başkalarına yardım etmekle, fakir yoksulluğuna karşı sabırla yükümlüdür.”  (Hadis)

Esasen, doğada canlılar arasında varsıllık ve yoksulluk diye bir şey yoktur.  İnsan da tıpkı diğer canlılar gibi ‘cıbıl’ gelir dünyaya.  Ancak dünyada kimimiz zengin olup, bol bulamaç refah içinde yüzerken, kimimiz de aç yatar aç kalkarız. (Dünyada 2 milyar insan yatağa aç girerken, yılda bir milyar insan açlıktan ölür.) Ancak birbirlerinin sebep ve sonucu olan bu olgular tanrısal değil, toplumsaldır.  Yeryüzünde insanlar tarafından oluşturulan düzeneğin sonucudurlar. Tamamen insan eseri olan bu düzenek insanlığın kuruluşundan beri vardır ve bu gün hala daha güçlü ve daha acımasızca çalışmaktadır.

İnsanlığın kuruluşu, İbrahim’i inançlara göre, Âdem ile Havva’nın yasağı delmeleri nedeniyle cennetten kovulup dünyaya sürgün edilmeleriyle başlar. Ancak bilim camiasında genel olarak tüm canlıların aynı ortak- ataya sahip olduğu kabul edilir. Bu yüzden bilime göre insanlığın kuruluşu ‘tarım’ devrimiyle- (İlk toplumsallaşma) başlar.

1.     Başlangıçta zenginlik ve fakirlik diye bir şey yoktu. İnsan doğanın içinde özgür ve kendinindi Bu devrede insan ‘Avcı-toplayıcı’ olarak asalak bir yaşam sürüyordu. Kendisi bir şey üretmiyor, ihtiyaçlarını direkt olarak doğadan karşılıyordu. Uzun yüz bin yıllar boyunca insanlık özgür ve kendinin oldu; boynunda tasması yoktu. Tarih öncesi bu devreler onun ‘altın çağı’ olmuştur. (Tarih öncesi Neandertal ve erken Sapiens dönemleri yaklaşık 800 bin yıl -  Ondan öncesi ‘erectus’ ve ‘hobilus’ dönemleri 2.8 milyon yıl) Ancak insanlığın bu altın çağı ‘Tarım devrimiyle son bulur. (yaklaşık 10-12 bin yıl önce, insanın bu dönemi çok kısadır.) İnsanlar yerleşik düzene geçerken ‘varsıllık-yoksulluk’ olgusu da ilk kez ortaya çıkar. Yerleşik dönemde insan topluluklarının bir araya gelerek ilk devletleri oluşturmaları “Tarım Devrimi” ile başlar. Bu dönemde insan asalaklıktan üretkenliğe geçer. Artık insan toplayıcı değildir; toprağı eker, ektiğini toplar. Avın peşinde koşmaz, hayvanı evcilleştirir ve yetiştirir. Bu yüzden ona artık büyük topraklar gereklidir; ekecek, sürecek ve hayvan besleyecektir… 

İşte bu devrede; insanların arasından, liderliği ve yetenekleriyle öne çıkan güçlü ve cezbeli biri (Cezbeli: bir inanışın ya da bir duygunun verdiği coşkuyla kendinden geçme hali) , bir toprak parçasını çevirip “burası benim” dediğinde ve buna etrafındakileri inandırdığında devletin ilk temeli atılmış olur. Bu güçlü liderler etrafında toplanan insanlar ilk tebaayı oluştururlar ve aralarında iş bölümüne girişirler.  İlk toplum ve devlet ilkel haliyle oluşurken toplumdaki iş bölümünün sonucu olarak sınıflar da oluşmaya başlar. Genelde ilk krallar meşruiyetlerini gökyüzünden alan rahip krallardır. Kral ve askerleri “Savaşanlar” sınıfını oluştururken, Rahipler de Dua edenler olarak ruhban sınıfını oluştururlar. Geriye kalan topraksız insanlar, köylüler, ırgatlar, köleler, serfler talihsiz paryalar olarak topraklarda boğaz tokluğuna çalışır ve bölüşümden en düşük payı alırlar. Böylece varsıllık ve yoksulluk tarih içinde ilk kez ortaya çıkmış olur.

İnsan doğada ‘artı değer ‘oluşturan tek türdür. Yani emeğiyle üreten bir varlıktır. İnsanın bu özelliği başına dert açmış, onu sömürülen konumuna getirmiştir. Çünkü bu ‘artı değer’ bütün tarih boyunca daha güçlü kişi, sınıf ve zümrelerin sömürü objesi olmuştur. Toplumsal düzen bu artı değerin sömürüsü üzerine kurulurken, (Marks-çatışma) bu olgu aşkınlaştırılıp ilahi bir düzen olarak insanların önüne konmuştur. (Adam Simith ‘Kapitalist Sistemin’ ilahi bir düzen olduğunu söyler. Veya “Varsıllığı Allah dilediğine verir, yoksullar sabretmelidir.” Ya da “bırakınız yapsın, bırakınız geçsin.” Allah’ın işine karışılmaz! vb.)

Sonuç olarak, insanlığın yerleşik düzene geçip sınıflaşmanın başlamasıyla halkların, kitlelerin, yığınların kaderi boğaz tokluğuna çalışmak olmuştur. Egemene biat etmek, onun için çalışmak ve gerektiğinde onun için ölmek kutsallaştırılıp yoksullara kapak yapılırken zenginlik(varsıllık), egemenin meşru ve kutsal hakkı olmuştur.  (Pek doğaldır ki, egemenin hemen dizi dibinde bulunan askeri aristokrasi ve yüksek ruhban sınıfı egemen ve yönetici sınıflar 'sopa ve havuç' olarak yaratılan zenginliklerden hatırı sayılır ölçüde nemalanacaklardır. Ortaçağda kilise zenginliği lanetler ancak toprakları sahiplenmeyi çok sever. Toprak tarım toplumunun hazinesidir ve kilise ortaçağda zenginliğin gizli ikonasıdır.)

İlk ve ortaçağlarda durum böyledir. Ancak yeniçağın şafağında yeni bir zengin sınıfın ortaya çıkışına tanık oluruz. İnsanlığı ve bütün bir Avrupa’yı Ortaçağın lanetli karanlığından ‘Aydınlanma Çağı’ kurtarır. Bu çağla birlikte insanlık bir karabasandan sıyrılarak akıl ve bilimi kendine rehber eder. Stefan Zweig bu yılları şiirsel bir dille anlatır:

“On beşinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla geçiş, Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıdır… Bu dönemde Avrupa’nın ufukları bir çırpıda akıl almaz boyutlara ulaşır… Keşfedilen yeni coğrafyaların zenginlikleri Avrupa’da yeni bir zengin sınıfın oluşmasına kaynaklık etmiştir… Keşifler birbirini izler… Beyaz ırk, artık yeni bir kıtaya sahip olmanın bilincine erişmiştir. 1519-1522 yılları arasında ilk dünya turu tamamlanır. İnsanlık için o güne değin üstünde yaşadığı ve onun için bir muamma olan yuvarlak küre bir çırpıda anlaşılabilir bir gerçeğe dönüşmüştür.” 

Bu dönemde, keşfedilen coğrafyaların insanları köleleştirilirken, bütün zenginlikleri de Avrupa’ya akıtılmıştır. “Avrupalı sadece değerli madenleri ülkelerine taşımakla kalmadılar; keşfettikleri coğrafyalarda değerli ve ticareti yapılabilir ne buldularsa bunları yağmaladılar. Hatta hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı insanlarının bedenlerini bile. Bu coğrafyalardaki insanlar tıpkı vahşi hayvanlar gibi yakalanıp gemilere konuyor köle pazarlarında altına gümüşe çevrilerek plantasyonlarda ve uçsuz bucaksız tarlalarda çalıştırılıyorlardı.

Avrupa’yı zenginleştiren mekanizma bir anda oluşmuştu. Yoksulluğun bir kader olmadığını idrak ederek zenginliğin peşine düştüler.  Altın ve gümüş biriktirmek ve bunlara sahip olmak insanların ve devletlerin tatlı rüyaları olmuştu. Bu rüyalardır ki, hemen sonrasında bütün Avrupa’yı sömürgeci yaptı. Evet, Avrupa varsıllaşmıştı ancak bu, birleşik kaplardaki su gibi, sömürgeleştirilen coğrafyalardaki halkların, insanların köleleştirilmesi ve paryalaştırılması pahasına olmuştu. Varsıllık varlığını yoksulluğa borçluydu; birileri zenginleşirken insanların daha fazlası yoksullaşıyordu ve bu sanki evrensel bir yasa gibiydi.

Bilindiği gibi (erken), pro-kapitalizm merkantilizmle başlamış, sömürgecilik ve köle ticaretiyle gelişmiştir. Esas dünya ölçütünde kapitalist sistem 18. yüzyılın ikinci yarısında önce İngiltere’de endüstri devrimiyle başlamış yüz yıl içinde bütün Avrupa’yı sarmıştır. Yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’da oluşan bu türedi zengin sınıf (burjuva-kent soylu) önce Fransa’da aristokrasiyi ve kiliseyi saf dışı eder, sonrasında da bütün dünyayı ele geçirir…

Varsıllık ve yoksulluk üstüne... Cemal Çalımer yazdı  resim: 1

Bugün içinde yaşadığımız uygarlık “sermaye” uygarlığıdır. Kapitalizm iktidara gelir gelmez görülmedik üretim, gelişmiş geniş pazarlar ister. Geniş ülkelere oradan da dünyaya dal-budak salar. Sermayenin kendi arasında da rekabet vardır ve bu hiç durmaz. Bu durum giderek tekelleşmeyi getirir. Zengin, daha zengin, daha daha zengin! İşin sonu yoktur ve sermaye uygarlığı doymak ve durmak bilmez. Önce sömürge savaşları, sonrasında dünya savaşlarıyla ve hatta atom bombalarıyla insanlık telef edilir. Aç, açık, yoksul, sakat, mefluç bırakılır. Birinci evren savaşı 1914 ten 1947 ye kadar sürmüştür. Ardından soğuk savaşlar, iç savaşlar, çeşitli baharlar ve istilalar hiç bitmemiştir.

Bu yıkımdan ve bu telefattan ders almayan dünyanın büyük varsılları bugün için devletleri de ele geçirerek dünyayı ve insanlığı biçimlemektedir. Bu biçimleme, hiç kuşkusuz,  insandan ziyade sermayeden ve düzenden yana olacaktır. Bu da insanı korkutmakta ve içini acıtmaktadır.

Yaşamın anlamı yarışmak, zengin olmak uğruna ötekini yok etmek ya da onun üstünde yücelmek değildir. Yaşam kanlı bir arena sahası olmamalıdır. Çünkü böylesi bir saçmalığın hiçbir anlamı yoktur. Oysa doğada anlamsız hiçbir şey yoktur. Meyve dolu tek bir ağaç bir mahalleyi doyurur. İnsandan gayri hiçbir canlı zengin olmayı düşünmez. İnsanı aç gözlü yapan insanın bu arzusudur. Birileri zengin olmak isteyince fakirlik de birilerinin kaderi olmaktadır. Yine onun ellerinin kana bulanması da bu açgözlülüğü yüzündendir. Altının suni ve aptalca bir kabulleniş dışında hiçbir kıymeti yoktur. Ancak insanın vahşi ve yabanıl güç paradigmasının mabedi altın olmaktadır. Doğada hiçbir anlamı ve kıymeti olmayan altın insan yaşamında gücün timsali olmakta ve insanları efsunlamaktadır. İnsanlar sırf bu yüzden kötü, çirkin ve ahlaksız olabilmektedir. 

                                                                                                                   Ekim 2022, Acıbadem

Prosta!  Cemal Çalımer yazdıProsta! Cemal Çalımer yazdıHikâyenin kahramanlarının her ikisi de yaşlı olunca; anlatım karışıklığına ve algılama yanlışlarına yol açmamak bakımından; yaşça ileri, fakat görünümü diri olan yaşlıyı “Ense-kulak”; yaşça küçük, fakat yıpranmış ve kavruk olan ilk yaşlıyı ise “Kavruk” olarak adlandıracağım için çok üzgünüm...

 

Yorumlar
Kalan Karakter 800