“Hoş geldin!”

Sabah uyandığında yoğun bir beyazlığın içinde buldu kendini. Sanki bir süt deryasındaydı. Etrafta hiçbir sınır, hiçbir engel yoktu; ne duvar, ne pencere. Bir karartı, bir gölge bile...

 Gözlerini kırpıştırdı; birkaç kez üst üste; göz kapaklarının kapanmadığını fark etti, telaşlandı; içine bir korku düştü. “Gözlerime bir şey mi oldu acaba?” deyip elini gözüne götürmek istediğinde, ellerinin olmadığını fark etti. Birbiri ardınca yaşadığı bu şoklar korkusunu zirveye taşıdı. Yatağında hızla doğruldu; ancak altında yatak, üstünde yorgan yoktu. Panik içindeydi! Hızla ayağa fırlamak istediğinde ayaklarının da olmadığını gördü. Esasen bir bedeni de yoktu. Sanki bütün varlığı eriyip yok olmuştu. Hiçbir uzvu yerinde değildi ama algıları fevkindeydi. Boşlukta yüzen bir hayalet gibiydi. Büyük bir korku ve panik içinde bedenini, saçını, başını yokladı ama hiçbiri yerinde değildi. Varlıklarını hissediyordu oradaydılar; ama hiçbirini göremiyor, tutamıyordu. Fizik varlığının yerinde yeller esiyordu. Ancak algılamaları açık, bilinci yerindeydi; etrafını, tekrar tekrar yokladı. İçgüdüleriyle hareket ediyordu ancak hareket edecek bir varlığa sahip olmadığını görüp yeniden yeise kapılıyordu. Fizik varlığı bu yoğurt bulamacının içinde erimiş olabilir miydi? Biran kendini bu bulamacın içinde bir sinek, bir böcek gibi hissetmeye başladı. Keşke bir sinek bir böcek olsaydı, en azından bir cismi, bir fizik varlığı olurdu. Kendini boş bir çuval gibi hissetti; içi katıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. Ancak ne gözü ne gözyaşı vardı. Sezgileri ona sadece bir bilinçten ibaret olduğunu söylüyordu. Her şeyi algılıyor ve düşünebiliyordu. Ancak bir fizik varlığa sahip değildi; sadece bir bilinçten ibaretti.

Burası evi değildi, odası da değildi. Nerede ve ne haldeydi? Bilemiyordu. Çıldıracak gibiydi, ancak bilinci buna izin vermiyordu. Şuuru açık, zihni çok hızlı çalışıyordu. Bu kez bilincinden bir iz aramaya başladı; bir gölge, bir ışık… Ama beyazdan başka bir şey göremiyordu. Buna görmek denir miydi? Kaçıp kurtulmak istiyordu ama bu uğursuz beyazlık etrafında bir sonsuzluk gibiydi. Çaresizdi; biran, çığlık çığlığa feryat ettiyse de kendi sesini bile duyamadı. Çığlıklarını, kulakları sağır eden bir sessizlik bastırıyordu. Üstünü başını paralamak geçti içinden ama paralanacak ne üstü, ne de başı vardı. Yakınlarını, etrafındaki insanları aradı; kadınlarının, sevgililerinin, dostlarının isimlerini haykırdı. Hiçbiri sesine ses vermiyordu. Tükenip, olduğu yere çöktü. 

Aslında böyle olmadığını biliyordu ama algıları böyleydi. Karanlıklardan hep korkulurdu ama o şimdi karanlıkları bile arıyordu. Aydınlıkların, renklerin bu denli yüce olduklarının ayırtında olmamıştı. Bin bir renkteki kuşları, bin bir şekildeki böcekleri, yeşile adını veren ormanları, denizin ve gökyüzünün maviliklerini arıyor, acı çekiyordu.  Bir sevgiyi, bir ilgiyi, sıcak bir insan nefesini ya da bir kedi miyavlamasını, bir köpek havlamasını, hatta bir farenin ayak tıkırtılarını bile arar haldeydi. 

Bilincin bu denli bir ıstırap kaynağı olabileceğini hiç düşünmemişti. Beynindeki sorular dur durak bilmiyordu; neredeydi, yerde mi, gökte mi, yoksa bilinmez bir mekânda mıydı? Hangi zamandaydı; sabah sanıyordu, acaba sabah mıydı, saat kaçtı? Hiçbir şey bilmiyordu. Acaba ölmüş olabilir miydi? Ölümün her şeyin sonu olduğuna inanıyordu; bir boşluk, bir hiçlikti ölüm. Ölümü çok kez düşünmüştü. Birkaç kez de intihara teşebbüs etmişti. Ama başarılı olamamıştı. Şu an ölmüş olamazdı. Bilinci yerindeydi; her şeyi biliyor, görüyor, anlıyor, idrak ediyor ve ıstırap çekiyordu. Kendini, tek boyutlu bir sonsuzluk içinde yoğunlaşmış bir bilinç olarak algılıyor;   beyaz ve bomboş bir sayfanın içine hapsedilmiş gibi hissediyordu. Varlıkta yok, ya da yoklukta var gibiydi. Bu hali ölüm olamazdı. 

Eğer, dinlerin söylediği gibiyse ölüm, cennet neredeydi? Dünyada cennetlik bir işi olmamıştı. Peki, Cehennem neredeydi? O korkunç çukur, eli kırbaçlı zebaniler, insanı yutan o ateş deryası neredeydi? Evet, neredeydi bütün bunlar? Kırbaçlanmaya, bu ateşte yanmaya razıydı. Hiç olmazsa varlığını yaşardı. Ya Dante’nin ‘Cehennem’i, ‘Araf’ı, ‘Cennet’i bir masal mıydı? Belki de Araf’taydı. Burada elini yüzünü göremezmiş insan; acaba, ona da öyle mi olmuştu?  Peki, bu ‘Araf’  denen yerde, ona en azından öldüğünü söyleyecek, bir insan yok muydu? Buralarda, ‘Virgulius’ gibi bir rehberi olmayacak mıydı? Bir yerlerde okumuştu; “bilinç sonsuzdur” diye, “insanları ebedi kılacak olan da budur.” Bu öngörü gerçek olabilir miydi? Eğer böyleyse bu umarsız durumu sonsuza kadar sürecek demekti. Bu ebediliğin ulviyetiyle bağdaşacak bir durum muydu? Suçu bu kadar büyük olabilir miydi? 

Yoksa bir koma hali miydi bütün bunlar? Bu denlisini hiç yaşamamıştı. Çeşitli sanrılar, varsanımlar görür, kendi âleminde özgürce dolaşırdı ama fizik varlığı hep onunla olurdu. Böylesi başına ilk kez geliyordu. Aslında o bir morfinmandı. İpin ucunu kaçırmış olabilirdi.  Acaba bu bir morfin komasının sonucu olabilir miydi? Bu durumda, evde mi yoksa hastanede miydi? Yalnız yaşıyordu, acaba dostlarının haberi olup onu hastaneye taşımış olabilirler miydi?  Belki de intihar etmiş olabilirdi. Bunu hep düşünüyordu. Birkaç girişimi de olmuştu ama başarılı olamamıştı. 

O bir virtüözdü. Sevgiden, ilgiden, şefkatten bir pay alamayarak büyümüştü. Ne anası ne babası ne ailesi olmuştu. Çok küçük yaşlarda ortalık yerde kalmıştı. Yetimhanelerde büyümüştü. Yetenekleri keşfedilince konservatuarın yolunu tutmuştu. Keman ve piyano sanatçısı olmuştu. Orkestralar yönetmiş, besteler yapmış, partisyonlar yazmıştı. Ünlü ve gözde sanatçıların gözdesi olmuştu.  

Belki de bu normal bir sondu. Yüksek tansiyonu vardı; aniden kalbi durmuş olabilirdi. Ne fark ederdi ki, hepsi aynı kapıya çıkardı, ölüm! Ölümü bir son, bir hiçlik olarak bilirdi.  Ama duruma bakılırsa bir son değildi ölüm. Peki, şu andaki durumuna ne denebilirdi? Eli ayağı bedeni yoktu ancak şuuru açık bilinci ve algılamaları yerindeydi. Dünyada fizik varlığıyla birlikte olmuştu. Şimdi ise salt bir bilinçten ibaretti. Demek ki dünyada değildi. Peki, fizik varlığına ne olmuştu? Dünyada mı kalmıştı? O zaman onu toprağa vermiş olmalılar. Acaba beni toprağa verirken kimler vardı başımda. Sevgilim üzülüp ağlamıştır. Ben de burada üzülüyorum…

Ya bu bir koma haliyse bu kez de hastane kapısında bekleşiyorlardır dostlarım. Komadan çıkarsam fizik varlığıma kavuşurum! Ama neden koma! Acaba büyük bir kaza mı geçirdim? Ama hiçbir ağrım sızım yok! Belki de bir algılama yanılsaması içindeyim! Bir yerlerde okumuştum; kişiler fizik organlarını fazlalık olarak görüp operasyonla aldırıyorlardı. Korkunç bir şey ama buna ihtimal vermiyorum!

Bir an içine döndü, düşünmekten yorulmuştu. Bilinç şuaları sanki göz çukurlarından dışarı fırlıyordu. Olmayan bedeninin yorgunluğunu hissediyordu.  Sessizlik kulaklarını sağır etmişti. İçine teslim olmuş kendini salmıştı. Bir anda inilti şeklinde belli belirsiz bir ses duyar gibi oldu. İrkilerek kendine geldi. Yeniden bir korku dalgası bütün benliğini sarmaladı. Sese kulak kesildi; ses çok uzaklardan geliyor gibiydi. Sese doğru yöneldi; koşarak sese ulaşmak istedi. Ancak aklına ayaklarının olmadığı gelince olduğu yere çöktü. Ne var ki bilinci onu sese doğru daha hızlı taşıdı.  Sesin tınıları giderek yükseliyordu. Atonal bir müzikti bu; ancak Şopen’in (Chopin) noktürnlerini çağrıştırıyordu. Bu tınıları çok iyi tanıyordu. Çok güzel çalıyordu.  Bir an müziğin sihrine kaptırdı kendini,  onunla bütünleşti adeta. Rahatlamıştı; Bu anda bir şeyi keşfetti. Bilinci onu arzuladığı şeye ayaklarından önce taşımıştı. Bilinçten başka bir şey değilse, bilinciyle yaşamayı öğrenmeliydi. Bir anda makarayı başa sardı; kimdi, neydi? Varlığının bütün hücrelerinde gezindi. Doğum sırasında annesinin can verdiğini gördü. Sonrasında bir gün ışığının huzmeleri gözlerinden içeri girdi. Yatağının başında insanlar vardı. Gözlerini açtığında onun gülen yüzünü gördü. Başını okşayarak; ona, ‘Hoş geldin!’ dedi.

Mayıs 2022, Acıbadem

Yorumlar
Kalan Karakter 800
Fethi Denizmen
Müthiş harika bir yazı. Kalemine kafana sağlık. Bana Franz Kafka'nın 'Dönüşüm'ünü, Scott Fitzgerald'ın 'Benjamin Butto'nun anımsattı. Go Cemal Go Keep on writing Keep on singing