Lebon ve müessese

Müesseseler gelir geçer rüzgarlarının esmediği yerlerdir. Farklı ve sağlam yerlerdir. Onur, kalite, ahlak, sadakat, bilgi, paylaşım ve dostluklar ile şehirlerin olduğu kadar dokusunda da yerler edinir.

On yedinci yaşımda, cebimde beş kuruş varsa bunun üç kuruşunu mutlaka bir şeyi korumak için ayırırdım. Eski bir ayna, eski bir çerçeve çerçeve bulurdum, ya da eski bir fotoğraf...

Büyülenir, hayran olur; sonra da İstanbul kazan ben kepçe, nerede tamir ettirsem, bunu da iki kuruşa nasıl halletsem diye dolaşır dururdum.

Eşin - dostun elden çıkaracağı mobilyalar şunlar bunlar... Haberi daha o yaşımda bana mutlaka bana gelirdi. 'Aman atmasın, onları ben alayım, hatta satarsa dolabı da alayım' filan... Ne bileyim, rahmetli İsmail Cem'in annesinden geçme komidinler de, dolap da, hatta boy aynası da hala evimdedir. Annemin 1950 senesinde aldığı lambalı radyo da öyledir, babamın daktilosu da öyledir, bunların hepsi de bakımlı ve çalışır haldedir. - Eyüp'te daktilo tamircisi, Bayrampaşa'da hala bir lambalı radyocu var. :) - Kanaviçeler, halılar, Konya'daki ahırlardan bulup çıkarılan dolaplar, taşlar - tablolar...

Bunlar ile de yetinmeyip hikayelerini topladım. Sözleri topladım, anıları topladım. Haritalar üzerinden sokak sokak gidip mekanları, bulabildiğim en eski tabelaları, hafızaların en derinlerinden çıkanları filan... Güzel bir geçmişin güzel ve sahici parçalarına karşı bir tutku olarak özetlerim.

"Lebon Pastanesi kapanmasın" duygu seline de tam bu nedenle iştirak etmedim.

İyi ki kapandı.

Geçmişi korumak, geçmişe sahip çıkmak, yaşatmak, bugüne taşımak; hepsi güzel şeyler. Geçmişi sömürmek ise güzel bir şey değil. Lebon Pastanesi - bana göre - bu çizginin en güzel örneği idi.

Beyoğlu İstanbul'un 'Batı Yakası'. Orası ta başından beri bir konsept ile ortaya çıktı. Avrupa kentlerinde görülen, bilinen, sevilen, işlevleştirilen her ne var idiyse bölgenin sakinleri bunlara açık ve alışıktı. Talepleriyle birlikte aradıkları dükkanlar peşpeşe açıldı. Bunların bir kısmı ben (bile) doğmadan kapandı, bir kısmı ise benim çocukluğumda hala vardı ve annemin - babamın maaşları yettiğince ziyaret rotamızdaydı. Onlar ne mutlu zamanlardı...

Baylan Pastanesi, - Harry Lenas.

Badem Ezmecisi, - Anastasya İşgüder.

Pelit Pastanesi, Manolis Skatos.

Tilla Pastanesi. Mişel Levi.

Nil Pastanesi, Bayan Hrisila Buduris.

Maskot Pastanesi, Marika Haccopoul.

Golden Çikolata, Sevva Malopulos,

Şehir Pastanesi, Madam Afroditi.

Koço Restaurant, Koçu Andonopulos...

Nazar, Divan, Tarihi Büyükada Fırını, tavernalar, balık restoranları... Bir istisna Badem Ezmecisidir galiba; yani bir tek o aynı kaldı. Kalanların hepsi, hepsi ama hepsi satıldı. Kuranlar - yaşatanlar bir bir bıraktı ve bu isimlerden ayrıldı. Yeni sahiplerinin çoğu en az bir kere daha sattı, sonra üçüncü sahiplerden mirasçılara kaldı. İsim hakları bir dördüncüye - dükkanlar öbür dördüncüye kaldı. Bunca karmaşa içinde ne bir tarif, ne bir tat ne de bir malzeme... Orayı "orası" yapan hiçbir şey kalmadı.

Lebon 1810'da kurulup bir hayli uzun süre sahiden de Lebon olarak yaşadı. Sonra müşteri kitlesi kalmadı, talep kalmadı, ortada işletmeci aileden fert kalmadı ve kapandı. Bir zaman sonra Kumbaracı'daki bir esnaf lokantası ikiye bölününce ortaklardan biri karşı köşeye Burç Pastanesi diye bir pastane açıp tabelanın altına da - anılarda güzel izleri olan - Lebon'u karaladı. Tabii ki iyi bir sonuç almadı, ama kötü bir sonuç da almadı. Işığı görüp isim hakkını tam olarak almayı başardı. Eski Lebon'un oralarda bir dükkan kiraladı ve 1985 senesinde açtığı dükkanın tabelasına "Kuruluş 1810" yazdı. Eskinin taklidi ucuz bir dekor, eski ile en ufak bir bağı olmayan sıradan ürünler vesaire. Şu güne kadar öyle böyle gelebildi ise de bu çürük temelin üzerinde müessese olamadı. Dükkanı kiraladıkları vakıf %450 kira artışı isteyince işletmeci daha fazla karlılık görmedi, kapattı.

Sonrası malum, sosyal medyada bir vaveyla... Çok iyi niyetlerle, duygusal biçimlerde verilen desteği elbette anlıyorum. Hatta muhtemel ki en iyi de ben anlıyorum. Fakat yanlış adresin yanlış olduğunu söylemek zorunda hissediyorum ve bunu da nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.

İnsan Vallaury'nin ve D'Aronco'nun olanağanüstü mimari eserlerini, Doğan Apartmanı'nı, Pera Palas'ı, Çiçek Pasajı'nı, Orient Pasaj'ı, Narmanlı Han'ı, Mısır Apartmanı'nı anımsıyor Pera denilince, biliyorum. Pera'yı Pera yapan yabancı okulları, hastaneleri, pastaneleri, terzileri, şapka dükkanlarını, korse dükkanlarını anımsıyor ve bunlar yaşasın istiyor.

Pera, mozaiğin çok renkli parçalarının bir araya gelip yaşattığı semtin adı idi. Parçalar gidince doğaldır ki Pera da elden gitti. Önce varlık yasası geçirdik, soyduk soğana çevirdik, sonra 6-7 Eylül'de son kalanları da kaldıklarına pişman ettik - perişan ettik derken Pera'dan geriye yalnızca binalar - ve onlar da içleri bomboş birer iskelet olarak kaldı. Bunların da hemen hepsi işgale uğradı, yıkıldı - döküldü, ya da haraç mezat satıldı. Şimdi şimdi meraklılar tarafından iyi fakat sayıca yetersiz restorasyonlar ile toparlanıyor olsa da bölgede yapılandan çok yıkılan var. Eğri oturup doğru konuşmak gerek.

Taş üstüne taş koyan kim varsa, bu toprağa 'sahiden' bir şey vermiş ve veren kim varsa ben ona sevgi besledim. Böyle işleri, müesseseleri de hep destekledim. Öykündüm de çok, onu da açıkça söyleyeyim...

Kanaat'te senede en az on kere oturur yerim, orası gerçektir ve hep yaşasın isterim.

Hacı Abdullah öyledir. Hünkar öyledir.

Kıztaşı Muhallebicisi öyledir, Fatih'teki sarmacı öyledir.

Vefa'daki bozacı da öyledir.

Müessese olabilmiş yerler. Sahte tabelaların değil, bunların yaşamasını isterim.

Mekanların kendileri, evet, elbette...

Onun için de İzmir - Asansör'deki dükkanımızı mutlaka bir görün isterim. Pek güzel bir binadır. 1800'lerde tamamlanmış kocaman bir yapıdır. Sonrasında terk edilmiş, harabeye dönmüş, on yıllarca da öyle kalmış. Kimsenin yüzüne bakmadığı bir yıkıntı alanı iken üç - otuz paraya aldık. Çok gurur duyduğum bir iştir, İzmir'in muhtemelen en özenli restorasyonu ile yeniden şehre katmayı başardık. Üç sene bürokratik süreçler, üzerine de bir üç sene inşaat, restorasyon, orijinaldeki basamak mermerinin aynısını bulmak için geçirilen günler ve geceler... Cidden sormayın, neler yaşadık. Sonucunda Tarihi Asansör'ün dibindeki sokakta, yani Dario Moreno'da ışık saçar halde gururumuz oldu. Bölgenin en güzel binası oldu. O binayı da İzmir dükkanımız yaptık.

Şirince'nin meydanında bir fırınımız var. Orayı da görün isterim. Köyün orijinal ekmek fırınıdır. Yıkılmış ve geriye de pek de bir şeyi kalmamıştı. Uğraşıp onu dirilttik, içinde ateş yanar, bir işe yarar hale getirdik.

Gasto Kars da hemen hemen böyledir... Rusların zamanından kalma bir büyük taş bina ama ne bina... Arkasında labirent gibi odalar, tapular bölünmüş, bir kısmı ahıra - bir kısmı izbe depolara dönmüş, bir kısmı yıkılmış - çökmüş, hepsini birleştirip ilmek ilmek işleyerek dirilttik. Boyası, mobilyası, tablosu, tabağı - bardağı - çatalı ile en ufak bir çiğ çözüme başvurmadan hak ettiği hale döndürdük.

Bunlar deli işleridir. :) Ama güzel işlerdir.

Açılsın ve çok para kazansın, o parayla da beş tane rezidans yapalım böylece üç musluktan para aksın filan değil benim derdim. Hiç olmadı. İpek Hanım'ı kurarken, ciddi adımlarını atarken hayalimde hep büyük bir müessese yapmak vardı.

Müesseseler gelir - geçer rüzgarlarının esmediği yerlerdir. Farklı ve sağlam yerlerdir. Öncelik verdikleri değerler bambaşka değerlerdir. Onur, kalite, ahlak, sadakat, bilgi, paylaşım ve dostluklar ile şehirlerin olduğu kadar dokusunda da yerler edinir.

İki elin parmağını geçmeyecek sayımlarda bir parmak da biz olabilirsek ya da olabildi ise ne mutlu... olabilenlere ne mutlu...

Just on the ground (Gemi karaya oturdu)Just on the ground (Gemi karaya oturdu)Göcek koyuna bir yük gemisi, 'yok olmaz olamaz, mümkün değil' deyişiniz şu an kulaklarımda çınlamakta... Hayal etmesi biraz zor olacak ancak Likyalılar, asırlar öncesinde beni düşünmüşler...

 

Yorumlar
Kalan Karakter 800