Stendhal Bu Durumda Ne Yapardı?

“Bir tür bireyciliktir bencillik.”

Güncelleme:

Yazarlar hakkında birkaç söz:

Marie-Henri-Beyle (1783–1842), daha çok mahlası Stendhal ile bilinen Fransız realist yazardır.  Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı gibi romanların yazarıdır.

Marie-Henri-Beyle, henüz yedi yaşındayken, 1790 yılında, çok sevdiği annesini kaybetti. Fransız İhtilali döneminde asilzadelerin ve Katolik Kilisesi'nin yanında yer alan, aile içinde de baskıcı ve muhafazakâr olan babasıyla hiçbir zaman anlaşamamış ve bunu eserlerine yansıtmıştır. Babası onun için nefreti, otoriteyi, sıradanlığı, çirkinliği çağrıştırır. Babası kralcı ve dindar olduğu için kendisi cumhuriyetçi ve kilise düşmanı olmuştur.

Romantizmin en güçlü olduğu dönemde yazmasına rağmen, açık, sağlam bir üslupla yazılmış eserlerinde psikolojik çözümlemelere geniş yer vererek gerçekçi anlayışı benimsemiştir.

Balzac, eski monarşiye, Katolik Kilisesine ve aristokratik topluma karşı coşku duyuyordu. Her şey, büyük ve evrensel olan toplumsal sürecin ifadesidir diyordu. Victor Hugo, onun istese de istemese de devrimci bir yazar olduğunu ileri sürer.

Stendhal romanlarının tümü ikiyüzlülük sorunu, insanlarla ilişki kurma ve bu dünyayı yönetmenin gizleri çevresinde döner. Halkı sever, onu ezenlerden nefret eder, ancak sürekli olarak halkla birlikte yaşamak benim için işkence olur der. Bir ölçüde, Stendhal’ın siyasi görüşleri ve yaşamı çelişkilerle doludur.

Cemal Çalımer

Adam, ileri yaşına rağmen gece gündüz okuyordu. Sanki okuma illetine yakalanmıştı. Okumaya sabah erken saatlerde başlıyor, gündüz sahildeki plajda devam ediyordu. Gecesi de okumakla geçiyordu. Gece geç saatlere kadar okuyor, kitapların ve dergilerin üzerinde sızıyordu. Son zamanlarda Rus ve Fransız klasiklerine sarmıştı.  Çağdaş Amerikan yazarları da ilgisini çekiyordu. Bu yüzden emekli maaşının büyük bir bölümünü kitap ve dergilere ayırıyordu. İki gözlü yazlık evinin her yanı kitap ve dergilerle doluydu. Kitapların birini bitirmeden diğerine saldırıyordu. Bu yüzden kitap ve dergiler evin her tarafına saçılmıştı Masalarda, koltuklarda, yattığı odanın komodinleri üzerinde okunan, okunmayan, açık ya da kapalı durumda yüzlerce kitap ve dergi evin her tarafını sanki yabani otlar gibi istila etmişti. Karısı evin bu haline dayanamayarak evi terk etmişti. Müşterek yazlık evleri onun için bir işkence evine dönüşmüştü. Evli olmalarına rağmen her ikisi de birbirlerinin yakalarını bırakmıştı. Zorunlu olmadıkça bir arada olmamaya çalışıyorlardı.

Adam son zamanlarda Stendhal’i elinden düşürmez olmuştu. ‘Yazarın elli dokuz yıllık yaşamında hiçbir yere kesinlikle yerleşmeden, hiçbir kadına uzun boylu bağlanmadan, toplumun koyduğu kuralların hiçbirine boyun eğmeden oradan oraya dolaşması, düşüncesini açık açık söylemesi, süs ve abartılardan kaçınarak yalın olması’ ve kendisi gibi ‘çok kitap satın alması’ adamın ilgi odağını oluşturuyordu. Yazarla kendi yaşantısı arasında paralellik kuruyor,  yazarın ilginç kişiliği yaşamında ona yeni ufuklar açıyordu. Bu durum okuduğu, ya da okuyacağı kitapları da belirliyordu. Örneğin, Victor Hugo’yu bu yüzden eline almaz olmuştu. Hugo’nun, Stendhal’in “Kızıl ve Kara”sı için söylediklerine içerlemiş, Balzac’ı yeğler olmuştu. Çünkü Balzac, Stendhal’i “çağın en ilginç kişilerinden biri” olarak tanımlıyordu. Adam sanki Stendhal’in büyüsüne kapılmıştı. Stendhal’in; eserlerini gülünç ve tiksindirici bulan  Chateaubrian’a; kaba ve abartılı bulan Dumas’ya; mübalağalı bulan Moliére’e kayıtsız kalıyor, beylik görüşleri süsleyip abartan Byron ve Mme de Staél’ün eserlerinden uzak durmaya çalışıyordu.. Stendhal’in Victor Hugo için söylediği, “Ancak Fransızca yazmasını öğrenirse ozan olabilir.” sözü, nedense kendisine çok manidar gelmişti. Stendhal olduğu gibiydi. Süsten ve abartıdan tiksiniyordu. Stendhal’in, özgürlük hakkındaki düşünceleri ona ufuk açıyor, yalnız yaşamına sanki bir anlam katıyordu. Yazarın “İnsanlık Güldürüsü” adlı eseri ise onu çok etkilemişti. Bu yazar, ne dört duvar arasına kapanarak, ne de plajda kumlar üzerine serilerek okunmalıydı. O bulutların üzerinde okunacak bir yazardı.

Adam sabah yine erkenden kalktı. Yalnız sayılmazdı kitapları vardı. Kahvaltısını sabah gazetelerine göz atarak yaptı. Sonrasında Fransız Edebiyatı etüdüne koyuldu. Kuşluk vaktinde bir dergide Rus edebiyatı ile ilgili bir makaleyi okurken gözleri ağırlaştı, içi geçip başı düşmüştü ki, acı bir telefon sesiyle irkildi. Karısı arıyordu. Uzun zamandır görüşmüyorlardı, önemli olmalıydı. Karısı telefonda hıçkırarak ağlıyordu, annesini kaybetmişti. Bu haber, adamın yalnız ve sakin dünyasına bir bomba gibi düştü. Ona bir an yalnız olmadığı duygusunu yaşattı. Ancak onu dünyasından kopardığı için de hayıflandı. Şimdi, durup dururken nereden çıkmıştı bu ölüm?

“Gitmem gerek. Ele güne ne dersin? Hele ona hiç anlatamazsın. Eline büyük bir fırsat vermiş olursun, ömrü billâh kullanır bunu. Onu bırak kendin için gitmelisin. Kendim için mi? Keşke öyle olsaydı. Hiç muhabbetimiz olmadı ki; ne o beni sevdi, ne de ben onu sevebildim ömrümce. Ama son vazifen bu. Vazife mi?  Neden vazife olsun ki? Evet, ama yerden çıkma mantar değilsin. Etrafındaki insanlara karşı sorumlulukların olmalı. Sonrasında ne derler? Zaten hep bu ‘ne derler’ yüzünden değil mi çektiklerim? Ne derlerse derler, yaşam onların mı benim mi?  Tabii ki senin, ama beceremedin gitti. Becerebileceğimi de zannetmiyorum. İşte eser meydanda; hep böyle oldun ömrünce,  gelgitlerde sürtüp durdun. Gitmezsem ne derim ona? Hala insanlara  ne diyeceğini düşünüyorsun. Asıl kendin buna ne diyorsun? Kalbin kafan nerede senin? Kalbim de kafam da istemiyor aslında. Ama mecburum.  Neden böyleyim? Bu bir esaret değil mi? Hayır,  bu bir esaret değildir. Etrafındakilerle tamamlanır insan. Kendini soyutlayamayacağı haller vardır insanın yaşamında. İstesen de istemesen de yapmak durumunda olursun. Bu hallerden biri de bu, son vazifen.  Onu bir daha hiç görmeyeceksin. Oğlu olmadığı için büyük damat olarak kabrine benim koymam gerekiyormuş; bunu da nereden çıkarırlar, onca insan dururken.  Üç kızından başka kimsesi yokmuş. Diğer kızları yurt dışındaymış; biri Amerika’da, diğeri Avustralya’da yaşıyorlarmış, onlar gelene kadar ölüsü kokarmış. Kaldı ki damatların işleri bırakmıyormuş. Ben de yakında sayılmam ki, benim de kendime göre işlerim var…”

Adamın dünyası kararmıştı. Esasen sağlığı da pek yerinde sayılmazdı. Ölüm melekleri sanki kendi başının üstünde uçuşuyordu. Bir an Stendhal geçti aklından. Acaba o bu durumda ne yapardı? Kafası daha da karıştı. Mey’us kaderini bekleyen kurbanlar gibi hissetti kendini. Sonrasında; “uçakla gidemem fobim var, arabamla gidemem arabanın muayenesi ve bakımı yok, en doğrusu otobüsle gitmem olacak. Akşam binersem sabah orada olurum. Öğle namazına da rahatlıkla yetişirim” diyerek kendini toparlamaya çalıştı.

Otobüs gecenin içinde hızla ilerliyordu. Gökyüzünde son dördün halinde silik bir ay vardı. Kendisi de bir sona gidiyordu. Bir an ölümü ve konacağı çukuru düşündü; ürperdi; içinin boşaldığını hissetti. Engel olamadığı bir hiçlik duygusu tüm benliğini sardı; her şey boş ve anlamsızdı. Acaba gerçek bu muydu? Ama gayesiz bir gerçeklik olabilir miydi? Belki de gerçeğin gerçek olmadığı gerçekti. Uzun bir müddet sonu olmayan bu düşüncelerle boğuştu. İçini kara bir sıkıntı bastı. Soğuk soğuk terlediğini hissetti, zor nefes alıyordu, sonrasında kafası ağırlaştı. Başı bir külçe gibi omuzlarına düştü.

Şimdi plajın beyaz kumları üzerinde güneşi kovalıyordu. Elindeki kitap ve dergiler etrafa saçılmış rüzgârda uçuşuyorlardı. Ve İlk sevgilinin güneşi andıran saçları yüzünde geziniyordu.

Her iki cenaze de Musalla taşında yerlerini almıştı. Karısı hem annesi, hem de onun için gözyaşı döküyordu.

Şubat 2023, Acıbadem

 

Yorumlar
Kalan Karakter 800