Felâtun Bey ile Mesrûre Hanım - 1

İşte tam da buraya koymuştum giderken. Başka bir yere koymam mümkün değil. Daha henüz bunamadım. Esasen düzenli, disiplinli bir adamım...

Ahmet Mithat Efendi’ye saygılarımla.

İşte tam da buraya koymuştum giderken. Başka bir yere koymam mümkün değil. Daha henüz bunamadım. Esasen düzenli, disiplinli bir adamım. Her şeyin bir varlığı olduğuna göre; barınacak, arandığında bulunacak bir de yeri olmalıdır! Yeri yurdu belli olmayan eşya ya da insan beni çok tedirgin eder. Her şeyin yerli yerinde olmasını severim ben bu yüzden. 

On günlük yurt dışı gezim nedeniyle; odamdan, çalışma masamdan ve kitaplarımdan uzak kaldım. Döndüğümde ise onu koyduğum yerde bulamadım. Oysa giderken odamla, çalışma masamla ve kişisel eşyalarımla vedalaşırken onunla da vedalaşmıştım. Her zamanki yerinde duruyordu. Başka bir şekilde hareket edip ya da düşünüp, buranın dışında, farklı bir yere koyacağıma ihtimal veremiyorum. Çünkü kendimi çok iyi tanıyorum; dediğim gibi, titiz ve disiplinli bir adamım ben. Aslında ilim adamı olmalıydım; olacaktım da, ama kadre uğradım. Nereden geldim buraya? Ha disiplinden, titizlikten. Elimin altındaki her eşyayı ve malzemeyi, mahir bir Maestronun orkestrasındaki çalgı aletlerini yönettiği gibi yönetirim ben. Evimde her eşyanın bir yeri vardır ve bunlar bilimsel bir sistematik içinde sınıflandırılmış ve yerlerine yerleştirilmiştir. Eşim Meşrûre Hanımın buna özen göstermesi için de; “Aldığını, aldığın yere koy” diye yazdığım uyarı yaftalarını evin görülebilecek muhtelif köşelerine yerleştirmişimdir. 

Evin her tarafını aradım; bakmadığım yer kalmadı. Aslında her tarafı altüst ettim derler ve gerçekten de ederler. Ama ben bunlardan biri olamam; bunu yapmam mümkün değil; altüst etmek, benim fıtratımla, yaratılışımla bağdaşmaz. Altüst etmek; dağıtmak, darmadağın etmek demektir. Allah yazdıysa bozsun, benim dağınıklıkla işim olmaz. Ben öyle üstünkörü arayarak ya da altüst ederek değil, bana yakışan biçimde; bilimsel ve metodolojik yöntemlerle aradım. Bu yüzden gerçekten aradım diyebiliyorum. Tablolar yaparak, veri tabanları hazırlayarak, hatta teoriler oluşturarak aradım. Bu konuda kitap yazacak hale geldim desem yalan olmaz!  

Arama hakkında kitap yazacak kadar aramama rağmen onu bulamamıştım, sanki yer yarılmış içine girmişti. Mesrûre Hanım’a sormaya çekiniyordum; çünkü cevabı,  “Bunca ilmine rağmen aradığını bulamadın mı Felâtun Bey?” olacaktı. Sonrasında yiğitliğe gölge düşürmek de istememiştim. Bu yüzden ona, soramadım uzunca zaman. Ama çaresiz kalmaya görsün insan; çaresizlik, her şeyi yaptırtır insana. Çaresiz kalıp soracak oldum Mesrûre Hanıma; “Onu gördün mü?” diyerekten. Keşke soramaz olsaydım. Başka kime sorabilirdim ki? Evin içindeki insan. Açtı ağzını yumdu gözünü, demediğini bırakmadı, sen de şahit oldun bütün bunlara. 

“Bir insan olarak soruyorum sana; benim için değil, Allah için söyle. Bu en son ki tartışmamızda; ben ne dedim ki ona, sadece gördün mü? Diye sordum, hepsi bu kadar. Arıyorum, bulamıyorum dedim. Cevabı ne oldu? Efendim; o malımın bekçisi miymiş, nereden bilecek miş-miş, o müneccim miymiş, az yiyip malıma bir bekçi tutmalı mıymışım? Bununla da yetinmeyip yangını bacaya sardırdı:  

“Sen kendini Eflatun mu sanıyorsun?” dedi.

“ Eflatun kim, sen kimsin ?” dedi.

“ Bu adamın attığı tırnak bile olamazsın” dedi.

“ Senin adın Felâtun yerine felaket olmalıydı” dedi.

 “ Bunca zaman sana nasıl tahammül etmişim?” dedi. 

“ Mühendisi, Doktoru dururken, nereden buldum seni? Bana hayatı zehir ettin” dedi.

 “Ne kadar kara bir talihim varmış, sebep olan sebepsiz kalsın” dedi. 

 “Evimde yaşayamaz oldum; evimi, eşyalarımı bana zindan ettin” dedi.

“Her şeyi sınıflıyorsun, seni hangi sınıfa sokmak gerek?” dedi.

“Seninle değil dünyada, cennette bile yaşanmaz. Yakamdaysan düş! dedi. 

“Al şimdi hepsini başına çal” dedi. 

“Yalnız kalacak, yalnız öleceksin!” 

Dedi de dedi ve kapıyı suratıma çarparak çekip gitti.

Laflara bak!  ‘Dirhemini yiyen köpek kudurur’. İnsanın kırk yıllık hanımı. Hadi bunu geçtik, bir hanımefendiye yakışır mı bütün bunlar? Yeri geldiğinde İstanbulluluğu kimselere bırakmaz. “Efendim ben, halis muhlis İstanbul Hanımefendisiyim,” der çıkar işin içinden. İstanbulluluk da hanımefendililik de daha çok çeker bu gibilerin elinden. 

Oysa tanırsın beni; hiç kimseye bulaşmadığımı, bulaşmayacağımı da bilirsin; kendi halinde halim-selim, sessiz-sedasız, garip ve çelebi bir insanım ben. İnsanlarla tartışmayı, ağız dalaşını, kavgayı hiç sevmem. Tartışma da, ağız dalaşı da bir dağınıklıktır sonuçta. Hele ki kavga; ya dağıtırsın, ya dağıtırlar seni kavga sonunda. Toplayabilirsen topla, toparlanabilirsen toparlan. Günlerce geçmez sarsıntısı, aylarca sürer murafaası, yıllarca kapanmaz dil yarası. Onun için kavgadan korkarım ben. Hele ki, kırk yıldır bir yastığa baş koymuş olduğum insanla.  Ama korktuğum başıma geldi. İşte kavga ettik onunla, hem de bir hiç yüzünden. Ne hatır biliyor ne gönül. Oysa tanıyor beni, mülayim adamın tekiyim ben. Biraz tatlı dil, biraz güler yüz gösterse; sırtımda, kâbelere kadar taşırım onu. Ama neredeee...

Sen yabancı değilsin, aramızda kalsın, ben nelerini biliyorum bu kadının. İnsan güttüğü domuzu bilmez mi? Ama sana söylesem bana kalmaz… Yine de söylemeden edemeyeceğim. İç çamaşırlarına kadar ben toplar, ben yerleştiririm yerlerine. Giysilerini renklerine, yazlık-kışlık, yerli-yabacı, günlük-abiye olmalarına göre ben tasnif etmişimdir hep. Evde bütün dolapları, çekmeceleri, rafları numaralandırmışımdır. Çatalları, kaşıkları, tabakları, bardakları esas itibariyle; günlük, bayramlık, görümlük diyerekten ayırmış; bunları da, kendi içlerinde, bilimsel bir şekilde tasnif etmişimdir. Bunu evdeki bütün eşyalar için yapmışımdır. Bu sayede çok şükür! Bütün eşyaların ve aletlerin bir yeri, bir yurdu vardır; hiçbir şey, ortalık yerde değildir. İlk kez, evlerde uygulanabilirliği olan kod sistemini geliştirmiş, patent hakkı için ‘patent müessesesine’ müracaat etmişimdir. Bu yüzden, hayatta en büyük prensibim;  “aldığını, aldığın yere koy” düsturudur ki; bu söz, insanlığın ‘Etnografya Tarihi’ içinde hak ettiği, saygın yerini bulacaktır. Bu bilimsel uğraşımın kadrini bir tek Mesrûre Hanım anlamamıştır. Oysa bilim tasnif etmek demektir.  Bu konularda eş dost beni örnek alıp; kocalar karılarına, karılar kocalarına örnek gösterirken  Mesrûre Hanım, “Ya adam, sen kafayı yemişsin, git pabucu büyüğe okun” der bana. Bu nasıl bir âdab? Benim annem babama, ‘sığınağım’ anlamında “ya hu!” derken, babam da anneme, ‘cennet kızı’ anlamında “hurim” derdi. Oysa karım bana  ‘adam’ diyor, neredeyse ‘herif’ diyecek. N’olacak yabanın gelini; aile terbiyesi görmemiş ki!  Dua etsin bana… Ama kadir kıymet bilmez, aslında ne bilir ki? Ne salonu, ne mutfağı bilir, ne de dip bucak temizliği vardır.  Yarım yamalak, ben yaptım oldu, diyen cinsten. Bu yüzden de çok tartışmalarımız olmuştur geçmişte. 

Bilirsin dağınıklığı hiç sevmem. Dağınıklıktan nefret ederim. Dağınık yatak, dağınık saç-baş, dağınık sofra, dağınık masa tahammül edeceğim şeyler değildir. Dağınıklık deyince Mesrûre Hanım gelir aklıma, ya da Mesrûre Hanımı gördüğüm zaman dağınıklık! Dağınıklıkta üstüne yoktur. Dağınıklık sözcüğü kaybolsa fark etmez; Mesrûre Hanım, bu yeri hakkıyla doldurur. Dağınık, patavatsız diyorum da inanmıyorsun bana. Kafası dağınık olan kadının eteği düzgün olur mu? 

En çok ta çıkarken söylediği sözler gücüme gitti. Efendim neymiş? Yalnız başıma kalacakmışım, yalnız geberecekmişim! Şu aklı evvelin dediğine bak! Pek tabii ki; yalnız ölür insanlar. Hem sonra büyük insanlar, âlimler hep yalnız kalmışlardır hayatlarında. Çünkü değerleri yaşarken anlaşılmamıştır. Büyük feylesoflardan biri, kimdi o? Diojen’di galiba! ‘Erdemin yalnızlığı’, yoksa ‘yalnızlığın erdemi’ mi demişti? Neyse her ikisi de aynı kapıya çıkar! Sonrasında kartallar yüksekte ve yalnız uçarlar. Tanrı bile yalnız değil mi? 

Neyse çekip gitti de başım rahata kavuştu. Kızına gitmiştir, şimdi adı gibi; emeline, muradına ermiştir. Aslında adı ‘Mesrûre’ değil, ‘Metruke’ olmalıymış. Nitekim şimdi, öyle de olacak!  

Eylül 2022 - Acıbadem  

Metruke: Bırakılmış, boşanmış kadın, kocası tarafından terk edilmiş kadın

Mesrure: Sevinmiş, meramına ermiş

Felâtun: Platon (Arapçada (p) harfi olmadığı için Platon Felâtun şeklinde okunur, oradan da bu haliyle Osmanlı’ya geçmiştir.  

Yorumlar
Kalan Karakter 800
Ahmet Bozkurt
Çekilmez adammis Felatun bey.