Gündem

Cılavuz Köy Enstitüsü

"Sen 'Kars' dersin tek heceyle. Ben sevinçten ağlarım."

"Sen 'Kars' dersin tek heceyle. Ben sevinçten ağlarım."

Cumhuriyet Anadolu'da üç büyük ışık yaktı. Birini Ankara'da, birini Adana'da, birini de Kars'ta... Atatürk'ün, İnönü'nün, Hasan Ali Yücel'in ve İsmail Hakkı Tonguç'un çabaları ile üç eğitmen okulu açıldı bu üç ilde. Sonrasında bu eğitmen okulları daha uzun süreli eğitim veren köy enstitülerine dönüştü. Kars'ın, Kafkasya'nın ışığı olan Cılavuz Köy Enstitüsü böylece doğmuş oldu.

Babam Ümit Kaftancıoğlu ise 1934 ya da 1935'te (hala tam olarak bilinmez) Kars'ta; Hanak'ın Saskara Köyü'nde doğdu. Sonradan "Ümit Kaftancıoğlu" olarak değiştirdiği asıl adı Garip Tatar idi. İlkokula başlamadan okuma - yazma öğrendi. Çobanlıktan arda kalan çocukluğu, "sıcaktı" diye anlattığı köy odasındaki binlerce kitabın arasında geçti. O kitapları okuturlarmış babama, onun sesinden dinlerlermiş köy odasında. Kerem ile Aslı, Aşık Garip, Kerbela Vakası, Kerbela'nın Öcü, İmdat ya Ali, Hz. Muhammed'in Hayatı, Hayber Kalesi, Rus klasikleri, Dedem Korkut hikayeleri, Köroğlu, Batı klasikleri... Babamın okuma aşkı, anlatma aşkı, yazma aşkı o köy odasında doğdu. Okumayı kendine kurtuluş gördü. Cılavuz'u ise bir çıkış kapısı... Tek çıkış kapısı.

Üç arkadaşı ile Cılavuz Köy Enstitüsü'ne doğru yola çıktı babam. Üç çocuk, üçünde de üst baş yok, ayakları çıplak... 80- 85 kilometre kadar bir yolu en ağır kış koşullarında, boylarını aşan karı çiğneyerek aştıkları destansı bir yolculuk... Gerçek bir ölüm- kalım savaşı olan bu yolculuğu, adını Cılavuz Köy Enstitüsü'nün yaşamındaki yerinden ilhamla "Dönemeç" koyduğu kitabında anlatır.
Gece enstitüye vardıklarında domatesli - kabaklı - etli türlü verdiklerini yazmış mesela bu kitapta. Yanındaki beyaz lahana salatasını... Enstitüdeki ilk kahvaltısında sıcak bir somun ekmek, gümüş gibi parlayan demir bardakta çay ve "Sarı sarı, tadı şeker gibiydi" diye tarif ettiği; hayatında ilk kez orada gördüğü, ilk kez orada tattığı kaşar peyniri varmış. Portakalı ise 1947'de, yine Cılavuz Köy Enstitüsü'nde almış ilk kez eline. O an hissettiklerini de "Altın Top" isimli bir öyküsünde anlatır ki ben bunları hiç unutmam, unutamam...

Cılavuz Köy Enstitüsü, babamın ve elbette onun gibi onlarca yoksul köy çocuğunun yaşamını değiştiren gerçek bir dönemeçti. Babamın, mezunu olduktan sonra öğretmen okuluna, arkasından TRT'nin açtığı öykü yarışmasında aldığı birincilik ödülü ile yazarlığa, gazeteciliğe, derlemeciliğe ve radyo prodüktörlüğüne uzanan, tırnaklarıyla açtığı yolundaki en önemli eşikti. O okulu yaşamı boyunca hiç unutmadı. Okulun kapatılışını da, elbette, unutamadı.

1954'te kapatıldı iseler de aslında 1951 - 1952'lerde başladı Köy Enstitüleri'nin kıyımı. O yıllara değin, kendi kendilerine yeten bu okulları yoracak ve varlıklarından uzaklaştıracak uygulamalara gidildi. Bunları da 1980 senesinde yazdığı "Yıkım Günlerinde Anılar" isimli yazısında anlatır detaylıca. Hayat ne tuhaftır ki bu yazının matbaada basıldığı gün, yaşama veda ettiğinin haberi de yayıldı Türkiye'ye.

"Yıllardır baba bildiğimiz köy enstitüsü, Cılavuz denince belleğimizde canlanan direktörümüzün gittiğini, gitmek üzere olduğunu kısa bir tümceyle duyurdu başkanımız" der. "Bilesiniz" diye devam eder; “Artık hepimiz yetim kaldık. (...)

Haberi aldığımızda ölüm sessizliği kapladı kocaman alanı. Kimseden çıt çıkmadı. Az zaman sonra ise dağların, taşların, Kızıroğlu çayırlarının, tavladaki tüm hayvanlarımızın, işçilerin, hizmetlilerin gömü töreni başladı. Öğretmenlerimiz başları önlerinde geliyorlardı. En son gelenler baş yardımcı, eğitim başı ve direktörümüzdü. İlk ve son söz, direktörümüzün oldu: ''Kuzularım, sizden ayrılmak zor. Sizinle ana - baba - oğul iş birliği ve içtenliği kurmuştuk. Yuvayı size bırakıyorum. Yapan siz, beceren sizdiniz. İşlerimizin ve yuvamızın düzeni bozulacak diye bir korkum yoktur. Ancak sizlerin özlemine dayanmak zordur.''

Cılavuz'a atanan yeni direktörü beyaz, dik yakalı gömlekler giyen, papyon takan, parlak ayakkabılar ile dolaşan biri olarak tarif eder babam. "Oldukça nazik ve sesizdir" der, "ancak ağzından çıkan sözler çok ağırdır.". İlk sözleri "Burası okuldur!" olmuş. Sonrasında da enstitünün kıyımını başlatmış.

Yeni müdüre göre öğrenciler tavlada (at ahırı), çayırda, tarlada, arıcılıkta, tavukçulukta, demircilikte, marangozlukta, duvarcılıkta ve dokuma işlerinde harcanmıştır. Bu işler derhal son bulacak, öğrencilerin boynu kravatlı, elbiseleri ütülü olacaktır. "En kısa sürede tavla ortadan kalkacaktır" diyen müdür sözünü tutar. Enstitünün atları yok pahasına satılır. O güne kadar enstitüdeki tüm çocukların kardeşi ve arkadaşı olan, enstitünün tarım alanlarını birlikte sürdükleri bu atların gidişini büyük bir acı ile bizlere anlatırdı.

"Bizi bizden parça parça ayırdılar." yazmıştı. "Çayırlarımız, tarlalarımız kapanın elinde kaldı. Demircilik atölyesi satılıp lokal oldu. Sabahlara kadar kumar oynanan bir mekana dönüştü. Karyolaların yayları koptu kaldı, masalar kırıldı kaldı, duvarların rengi soldu, ekmek - et - erzak ihtiyaçları ihaleler ile giderilmeye başlandı. Artık kendine yetemeyen, kendini içinden bitiren bir birim haline gelsin diye uğraşılan enstitü sona doğru hızla gitti ve noktayı koydular."

Bu okulda, Cılavuz'da kaç kitap varmış o dönem biliyor musunuz? 30.000! Ama daha önemli bir sayı var ki, yılda kaç kitap okunduğu... O sayı da tam 20.000! Her yıl 20.000 kitap, her yıl 20.000 kitap, sonraki yıl... Sıfır kitap. Bir kararname ile yasaklanmış enstitüde öğrenciye kitap verilmesi. Bunu da yine babam anlatır bir yazısında. Kütüphanenin sorumlusu imiş kararnamenin çıktığı yıl.
O yazısında bir de soru soruyor; diyor ki "Gelmiş geçmiş bir dönemi neden yargılıyorsunuz denilecek."

Yanıtı da yine kendisi veriyor...
"Yanılgı bunun gelmiş geçmiş bir dönem olarak adlandırılmasıdır." diyor. "Bu, aksine; güçlenerek yaşanan, yaşanmakta ve yaşanacak olan bir dönemdir.". Babama göre konunun enine boyuna üzerinde durulması, eleştirilmesi gerekmektedir. İstila güçlerinin yaptıklarının bilinmesi ve genç kuşaklara belletilmesi gerekmektedir. Kars'ta doğan ışık sönmüş, söndürülmüştür. Cumhuriyetin ışığı söndürülmüştür. Anlatılması gerekmektedir.

Doğulu olan, Doğu'yu kitaplardan, filmlerden değil de içinden bilen; yaşamış olan her insanın kalbine yumruk gibi oturan bir duygu vardır. Kabullenilmeyen bir çaresizlik duygusu. Bu duygunun izleri yaşamı boyunca insanı öyle bir kuşatır ki sonunda insana egemen olur. Nefesini keser. Bir çıkış yolu aramaya başlar insan.

Karanlığı aydınlığa çevirebilecek tek bir şey vardır bu coğrafyada... SANAT!

En büyük müzik eserlerinin, en büyük edebi eserlerin, resim sanatının en büyük örneklerinin bu coğrafyadan çıkması bir tesadüf değil. En büyük bilim insanlarının da öyle... Yoklukta, zorlukta doğanlara herkesten fazla görev düşer. Dişini tırnağına takmak, sırtına herkesten çok yüklemek, emeğini, birikimini, bileğini, alın terini cehalet ile yapılan savaşta cömertçe harcamak da cehalet ve sefaletin içinde doğanlara düşer.

Kars'ın geçmişinde opera olduğunu, üstelik operanın Kars'ta hayli önemli bir yeri olduğunu hiç duymuş muydunuz?

1920'lerde, 1930'larda, 1940'larda yerel aktör ve aktrisler ünlü opera ve operetleri sergilemişler Kars'ta. Öylesine ilgi görmüş ki hem de... Defalarca, yıllarca devam etmişler buna.

Cılavuz Köy Enstitüsü'nün öğrencileri Kral Oidipus'u sergilemiş bir defasında. 1960'larda ise Yunus Emre Oratoryosu seslendirilmiş bu kentte. Kars Lisesi öğrencilerinin sahneye koydukları bir başka oyun için çarşaf gerektiğinde ara tara bir tane bile kara çarşaf bulamadıkları, çevre illerden aldırmak zorunda kaldıkları bu yoksul kentte...

Bu melankolik yazıyı, tahmin de edebileceğiniz gibi Kars'tan yazıyorum bu hafta. Siz kışlıkları tadarken biz de yazı, yaz dikimlerini planlıyor ve organize ediyoruz. İlhan Ağabey ile buluştuk sabah. Birbirimize güzel haberler aktardık. Onlarca, hatta yüzlerce hayal kurduk. Fotoğraflar gösterdik birbirimize. Türkü söyleyerek kalenin dibinde hayallerimizi bile kutladık. Dostları andık. Yardımlarının ve desteklerinin samimiyetine gözyaşı döktük. Bu memlekete sevgisini hiç tüketmeyen, ödevini hiç unutmayan herkesin kulaklarını çınlattık.

Kars benim baba toprağım. Kars benim ödevim. Kars benim babama olan borcum. Yeniden ayağa kalkması, ışıldaması, hak ettiği yerde durması benim en büyük düşüm... Bunu bilirsiniz. Bu kentin küllerinden doğup ayağa kalkmasına en büyük desteği verenler de sizlersiniz.

Kars elindeki en büyük, en sağlam, en eşsiz kozlarını kullanmaya hazır. Dikimlerimizin, ekimlerimizin yarıya yakınını burada yapıyoruz artık. Başka onlarca çiftçiye de yön gösteriyor, kendilerine pazar bulmalarına destek oluyoruz. Fakat yeterli değil. Kendimiz kolayca bir şeyler yapabiliriz, kendi alanımız olan tarımda da Kars için pek çok şey yapabiliriz ancak biz bunun çok daha fazlasını da yapmalıyız ve yapabiliriz. Kars'ın sadece çiftçisi değil Kafkas dansçısı da, lokantacısı da, taksicisi de, otelcisi de kazanmalı. Değirmencisi de, hayvancısı da, bakkalı da var olmalı. Güçlü olmalı. Hep "bizim marka eksiğimiz var" derler ya; işte Kars, bir marka olmalı.
Görün bakın, olacak. :)

Öyle isimlerden el geldi ki duysanız şaşarsınız... Büyük büyük müjdelere hazır olun. Şimdilik isimleri ve olanları telaffuz etmeyeceğim ama bilin ki yoldayız. O yolu görmek için, Kars'ı görmek, Kars'ı tanımak için bir çağrım var size...

Bir de ricam... Hazır Kars ve kitaplardan konu açılmış iken...

Türkiye'nin internet çağında olan Batı yarısının aksine kitaplar Doğu'da, hele ki Kars'ta inanamayacağınız kadar değerli.

Dikkatle paketleyeceğiniz her kitabı ve her dergiyi, onları heyecanla okuyacak çocuklar, gençler, yaşlılar, kadınlar ve erkekler ile buluşturmaya söz veriyorum. İstanbul'daki dükkanlara (Balmumcu, Bağdat Caddesi, Göktürk, Nişantaşı) bırakabilirseniz harika olur. Buna imkanınız yoksa alıcı ismi "Pınar Kaftancıoğlu" olarak tüm kargo şirketlerinin Kars'taki merkez şubelerine gönderebilirsiniz.

Pınar Kaftancıoğlu

Kars

Ekim 2018

Dede ve TorunAnnenin işi vardı. İlkokula yeni başlamış torununu okul servisini karşılayarak dedesi alacaktı.