Sizden Gelen Hikayeler

Sahte gıda dünyası ve giga güç

Geçen hafta yine her zamanki neş'esi ile geçti. Türkiye'nin -muhtemelen- en çok denetlenen üretimi ve üreticisi olarak birimlerin meşguliyetine sebep olsak da şimdiye kadarki 450 denetimden hiç sorunsuz geçmek ayrı bir keyif.

Rutin bu hafta da şaşmadı, gözümüzü Pazartesi bununla açtık. Sonuç elbette sıfır, ancak şikayet konusu şu imiş.

Lezzeti kötü, varoluş nedeni tartışılır, besin değeri sıradan, fiyatı anormal yüksek, hangi amaca hizmet ettiği de belli olmayan bir gıda sektörü kolunun 'titrini' kullandığımızı yazmış biri. Bende uyandırdığı her duygu, ta en başından bugüne negatif olan bu kolun (!) titrini, etiketini kullanmaktan hicap duyarız ve istemeyiz. Kendi etiketimizi binlerce kat daha değerli, daha anlamlı, daha kıymetli buluyoruz. Yoksa bas parayı, al herkes gibi... ...- de, hayır; asla yani.

Gıda dünyanın en büyük sektörü. Dünya üzerinde yaşayan her insanın içinde olduğu, içinde olmayan herhangi bir canlı kaldı ise onun da kenarında olduğu titanik büyüklüğünde bir sektör. Buna destekleri, vitaminleri, tozları vesaireyi de ekleyin. Doğrudan ilişkisi ile aşıları, ilaçları, tıbbi ekipmanı, bağımlı - bağımsız (kaldığını sanmıyorum) araştırmaları ve birilerinin adamlarını da ekleyin.

Önünüzde birkaç titanik var. Mega yetmez, giga milyar dolarlık bir sektör var.

Böyle bir sektörün karşısında; sadece orada - burada değil, dünyanın herhangi bir coğrafyasında, devlet başkanları, yöneticileri, siyasi hareket liderleri, vekiller ve sairleri maç oynanırken kenarda top koşturan çocuklardan farksız kalırlar. Dünyanın hiçbir ülkesinde halk kendi kendini yönetmez. Demokrasi gibi kavramlar da kostümlü bir tiyatronun ilerisine geçmez. Hükümetler ile halk, sesini biraz daha az ya da biraz daha fazla duyurabilir. Fakat devletleri de, dünyayı da, şirketler yönetir. Şimdi dönelim o dünyanın en büyük sektörüne...

Bir zamanlar, - çok da uzak değil, bir buçuk yüzyıl ile şunun hemen öncesi kadar - büyük patronların gözü sanayiye dikilmişti ve onlar nispeten güzel günlerdi. Eve giren gıdanın alındığı pazarlar, manav - bakkal ya da birkaç yerel süpermarket hatta hal, kurtlarla dolu değildi. Gross marketlerimiz her köşe başına girmemişti. Henüz mahalle arasında otobüs ile dolaşma seviyesindeydi. Bu düşük volüm hem onların, hem de üreticilerin aynı ortamda birlikte yaşamalarına imkan vermişti. Tüketici, tercihini istediği gibi kullanabiliyor idi. Sonra ne olduysa oldu, birilerinin gözleri başka odaklandı.

Dünyada 8 milyar insan, bunların ağzına günde üç (haydi bilemedin iki) kez lokma girse; biz bunlara istediğimizi istediğimiz fiyat ile satabilirsek dünyanın son gününe kadar asla kaybetmeyeceğimiz giga bir kazancın sahibi oluruz. ...mu? Bence böyle başladı. Nasıl başladığı da önemsiz aslında. Nasıl gitti, asıl hikaye orada.

Semt pazarını hatırladınız..? Bir zamanların pazarı ama. Hani on sokağı varsa onunda da minik minik tezgahlar, birinde 20 pazı, önünde 3 kilo ıspanak, geneli kadınlar, birinde bu varsa öbüründe bir kova yoğurt vardı. Belki bir kova zeytin vardı, belki topladığı yaban otları vardı. Böyle bir şey artık kalmadı, tamamen tarihe karıştı. Şimdi semt pazarına girdiğinizde iyice bakın, bütün ürünlerin aynı, bütün tezgahların aynı olduğunu göreceksiniz. Hepsinin büyüdüğünü göreceksiniz. Pazarın arkasına gidin bakın, dev hallerin dev TIR'larını göreceksiniz. Taşınan mal hangi mal? Gross markete taşınanın aynısı. Sadece vergisiz, dükkansız, işletme - ambalaj vesaire de olmadığı için birkaç kuruş daha altında; fakat tamamen aynısı.

Kaybolan küçük tezgahlara ne olduğunu da kronolojik hatırlayalım;

Televizyonun altın çağında çıktılar ve dediler ki, "Ne olur ne olmaz, kontrollü yerden yiyin".

Onca yılın ve onca kuşağın alışkanlığı öyle kolayca değişmezdi. Bunu ardı ardına, ardı ardına ve ardı ardına, birbirinden korkunç şovlarla desteklediler. Dört koldan saldırdılar ve insanları korkutmayı sonunda becerdiler. Dışarıdan yoğurt alıp yer ise öleceğini zanneden bir nesil oluşturmayı bile - maalesef - becerdiler. Sonra...

Sonra insanlar pazar çıkmayı bıraktı, küçük üretici ile göz temasını bıraktı, ürünlerini şekilsiz - biçimsiz - demode buldu ve satın almayı bıraktı. Küçük üretici siftahsız kaldı, acıdır ki aç kaldı, küstü ve bu kez o da bıraktı. Oğlunu KPSS'ye soktu, bu olmadı güvenlik görevlisi yapıp AVM'ye soktu. Tarlalar satıldı, bağlar satıldı, bahçeler satıldı. Küçük, dağınık, bağımsız üretim ortadan kaldırıldı.

Şimdi Antalya'da ucu gözükmeyen seralar, kontratlar ve büyük şehirlerin hallerine akan TIR'lar dolusu mal... Elimizde bu kaldı. Küçük üretici tek tük elbette var, fakat seslerini kimseye duyuramıyorlar. Dünün televizyoncuları, ya da bugünün fenomen şefleri ile, influencerlar ile asla yarışamıyorlar. Aklınıza gelen, bildiğiniz, geleneksel olan ne varsa "hepsinin" aslında çok zararlı olduğu öğretisine direnemiyorlar.

Belli ki bir zaman sonra tamamen kaybolacaklar. İşte sorulması gereken soru orada, o gün ne olacak?

Gross market kaç liraya satmak isterse insanlar o paradan almaya mecbur olacak. 40 mı olacak, 140 mı yoksa daha fazlası mı... Kararı birkaç büyük "kardeş" şirketin tekelinde olacak. Çünkü mukayese imkanı kalmayacak. Alternatif bulunamayacak. Ha, alternatif "-miş" taklidi yapan elbette bulunacak. O da tabii aynı şirketin bünyesinde. Şöyle;

Küçük üreticiyi üretimden çekmek için kullanılan ikinci yöntem sağ göstermek ve soldan vurmak. Bu üretimin korunması gerektiği düşüncesine sahip olan alıcıyı küçük üreticiler ile buluşturuyor -muş gibi yapıp aslında sadece kendi adamlarını buluşturmak. Küçük üretici pazarları, bilmem ne pazarları... Küçük üretici girebiliyor mu? Ne münasebet. Afaki bir giriş ücreti, senelik zart - zurt pazarı organizasyon ücreti, üyelik ücreti, etiket ve belge paraları, yetmez pazarda tahta (tezgah) parası, o da yetmez şu parası bu parası diye diye yedi ceddini bir araya getirse altından kalkamayacağı faturalar. Gerçek küçük üreticinin birazcık hevesi kalmıştı, onu da kursağında öyle bıraktılar.

Nihayetinde semtteki pazarlardan gross marketlerin raflarına, manav tezgahlarından ekolojik-kukolojik neo-pazarların tezgahlarına, doğadan sofraya - küfeden mutfağa gibi bin tane internet sitesinden mahalle aralarında açılan benzer konseptli doğal dükkanlara kadar her yerde bire bir aynı ürün var. Kontrol, analiz, tesisimiz, teyzemiz, işte bu da Instagram profilimiz hikayelerinin arkasında maalesef ki tek bir üretimin çıktıları var. Köylü teyzeyiz ama Iyzico ile ödeme alabiliyoruz vesaire artık duymak bile beni bıktırdı da evet, her talebe göre bir kostüm geliştiriyor ve kesintisizce yol alıyorlar.

Yol alamayan kim..? Gerçekten iki ağacından bir şeyler toplayıp satmaya çalışan teyze... Onların artık en fazla birer fotoğrafı çekiliyor. Instagram hesaplarında ya da bisküvi paketlerinin üzerinde marka yüzü olarak sadaka alıyorlar.

Bunun pek benzeri hayvancılıkta var. Ne diyordu bilim adamları..?

"Efendim ne olur ne olmaz, bakteri, zoonos hastalıklar vesaire vesaire; siz siz olun sütünüzü kutulu alın".

Demiyorlardı ki 80 derecede 2 dakika tutsanız kafi, önemli olan sütün içeriği... Bunun yerine coştukça coştular. Hayvanın ne yediğini tam olarak kontrol ediyoruz noktasına getirdiler ki bunun anlamı "Hayvanın yediği her şeyi biz önüne döküyoruz, katiyen otlanmıyor, TIR dolusu GDO'lu yem ile şişiyor" idi. Nedense hikayeyi hafifçe duygusallaştırıp ineklere sarılır pozlar verilince pek sevildi.

"Hayvanların sağlık kontrollerini ihmal etmiyoruz" söylemi de hiç şaşmaz; hayvana her gün antibiyotik basıyoruz cümlesinin maskesi. O antibiyotik tabii insanlara aynen aktarılıyor, antibiyotik direnci arşa yükseldi, süte alerjisi olan bin tane çocuğun aslında antibiyotik alerjisi var ve piyasada antibiyotiksiz süt bulmak mümkün olmadığı için literatüre artık süt alerjisi olarak geçti vesaire. Kimin umrunda?

Peynir soracaksınız. Yuvarlak ama isabetli bir tahmin ile peynirin %70'i an itibariyle sahte. Sahte peyniri peki kim yapabilir? Senelerdir sütsüz peyniri yapabiliyor idi endüstri. - Hatta şimdi o şeyi vegan peynir olarak gayet yüksek fiyata satmaya başladılar - Bu peynir katkısını belirli bir oran ile gerçek peynire eklerler idi; son on senedir peynir hamuruna %50 gerçeği - %50 sahtesi gibi. Şimdi o terazi nerede ise %100 sahteliğe de geçti. Fakat bu öyle basit bir şey değil, yani kasabadaki - uzak ilçedeki mandıracının ve ustanın becerip altından kalkabileceği bir şey değil. Çok büyük bir kalibre. İyi de niye..?

Niyeti ben işte burada arıyorum. Bütün bunların tek sebebi para hırsı olamaz zannediyorum. Hani şu geri dönüşüm işareti var, sarmal üç yeşil ok. Yetersiz beslenme, hastalık, bütçeyi tamamen tüketerek gitme. Bana bunu çağrıştırıyor.

Kendi şeytanını kendi yaratan bir toplum olma yolunda ilerliyoruz. Tüm gıdayı bir gücün eline verirseniz işte o cidden aç kalacağımız gündür. Sepetlere gıdasız, besinsiz, değersiz çöp doldurup "Al benim paramla beni vur" demek yerine diğer yolu seçmeniz, aydınlık yolu seçmeniz dileğim.

Sevgiler ve iyi haftalar diliyorum.