Sizden Gelen Hikayeler

Bal üretimi düşerken bal tüketimi artıyor!

Memleketin her köşesini severim. Kendi memleketimi, Kars'ı ise bir başka severim. Bunu da kiminle konuşsam hissettirdiğime eminim. Toprağını severim, bitkisini severim, florasını, habitatını...

Memleketin her köşesini severim. Kendi memleketimi, Kars'ı ise bir başka severim. Bunu da kiminle konuşsam hissettirdiğime eminim. Toprağını severim, bitkisini severim, florasını, habitatını...

Çok farklıdır, seçilmiş gibidir, epey özeldir. Hep öyleydi, öyle kalmayı da başarabildi. Lokasyonu bunun tabii birinci sebebi... Çok uzak, yani endüstriyel işlerin en ufağına bile imkan vermeyecek kadar uzak. Bunun yeri hayvancılıkla dolmuş. Her yanında, her köşesinde büyükbaşlar, küçükbaşlar, kaz sürüleri... 

Çernozyomlu toprağı ile tarımı eşsiz kıymette. Bir de yaylalar, vadiler, uçsuz platolar... Buralarda binlerce çiçek vardır, o binlerce çiçek de rakip tanımayan bir arıcılık için imkan yaratır. Şöyle bir düşününce ne büyük şans...

Mesela balın bir cazibesi var. Fakat bunu açıklamak oldukça güç. Antik çağlardan beri bal insanın dikkatini hep çekmiş, insan ona hep büyük değer vermiş. Büyü yapmak için bal kullanmış, ilaç yapmak için bal kullanmış, sağlığı için ve cildi için... Mezarına bile bal küpleri yerleştirecek kadar bağlanmış. O küpler bugün bile açıldığında, içindeki bal bozulmamıştır.

Balı üretmek aslında kolay. Dağı, yaylası, kırı, vadisi, çamı, ormanı; kısaca topografisinde arının yiyebileceği bitkisi olan her yerde arıcılık var. İşin büyük kısmını zaten arının kendisi yapar... Sabahtan akşama o çiçekten öbürüne uçar, pipete benzeyen dili ile çiçekten nektar toplar, midesine aldığı bu nektara kendi bünyesinden bir enzim ekler, kovana nerede ise kendi ağırlığı kadar nektar ile geri döner.

Kovana döndüğünde bu ilk arı, bu enzimlenmiş nektarı ikinci arıya aktarır. İkinci arı buna bir enzim ekler, üçüncü arıya aktarır. Üçüncü arı da son bir enzim ekler ve hazırlanan hücrenin içine döker. Sonra da dakikada 12.000 gibi acayip bir hızla kanat çırparak nektarın koyulaşmasına yardım eder. Bu işlem kusursuzca yapıldı ise 40 günlük ömrü olan işçi arılar hızla gelir ve hücreyi kapatarak mühürler.

Bu hayvancıkların yükünü hafifleten, yani kısaca bunları soyup depolarını boşaltan kişilere ise arıcı deniliyor.

En verimli dönemde, bir kolonideki 50.000 arı haftalık 13- 15 kilogram bal üretebiliyor. Arıcı düzenli olarak kovanlara gidiyor, duman yardımı ile arıları uzaklaştırarak petek doluluğunu kontrol ediyor, balın fazlasını (bu çok muğlak bir miktardır; 'adil' kabul edilen bir ölçüsü de vardır, saygısız- sevgisiz arıcının bütün bala göz diktiği durumlar da vardır) alıyor. Bunun sonrasında arıcı balın kenarını sıyırır, sıyırdığı parçayı açık kovanların üzerine bırakır ve oradan uzaklaşır. Bırakılan bu balı arılar kovanlara taşır, üretim de hızla yeniden başlar. Kovan çalışır, arıcı çalışır, ikisi de kışı geçirmeye çalışır. Binlerce yıldır arılar ve insanlar arasındaki iş ilişkisi böyle yürüyordu.

2006 senesinden beri bu ilişkide ciddi değişimler var ve bu değişimler çok fazla insanı korkutuyorlar.

Birincisi şu, arılar ölüyor. Şimdi böyle yazınca insanlar "Ha, arı ölümü..." deyip geçiştiriyorlar. Fakat ciddi oranda ölüyorlar. Söz konusu arılar olunca nedense bir şey yapılmıyor. Her sene %50 gibi oranlarda arı ve kovan kayıpları yaşanıyor. Bu iş nereye gider bilinmez de değil, biliniyor. 

Şöyle bir açıklama yapıyorlar, daha doğrusu bilim adamları diyor ki, ‘’Bunun sebebi stres ve tek ürünlü tarımsal üretimin flora üzerindeki olumsuz etkisi’’. Yani diyor ki çiçekli çayırın yerine binlerce dönüm marul, yüzlerce dönüm pırasa tarlası açılınca nektar azalıyor. Ama bu açıklama yetersiz. Bu binlerce dönüm marul tarlasında neden bir tane bile çiçek olmuyor, topraktan bir tane bile ot çıkmıyor? Bunu sormak lazım. O kadar indeksikit, o kadar herbisit... Elbette bunun bir bedeli olacak. Bedeli de şimdilik arıları ödüyor.

Öte yanda büyük gizemler, tuhaflıklar da oluyor. Ben bu tuhaflıkları uzun zamandır gözlemliyorum. Bir süre önce yazmıştım hatta. Çözülemeyen besi çiftliği hastalıkları, doğurganlıkta anormallikler, aniden kesime giden inekler. Öte yanda merada da hastalanıyor inek, hastalığın ne olduğu belli, tedavisi belli, bin yıldır da sanıyorum değişmedi vesaire...

Şimdi arı kolonilerinde de hastalıklar meydanı işgal etti. Hastalanan arılar on sene öncesine kadar belirli birkaç yöntem ile tedavi edilebilirdi. Kadim bitkisel reçeteler... Son on yılda çıkan arı hastalıklarında bu bin yıllık reçeteler hiçbir etki göstermedi. Hastalanan arılar iyileşemedi, gizemli acayip bir teşhis ile koca koca koloniler birden ölüp gitti. Tarımda kullanılan böcek ilaçlarının bunda birinci dereceden sorumlu olduğunu sanıyorum. Sindirimindeki bir enzim değişiyor olmalı, bu da zincirleme bir felaket getiriyor. Dirençleri kalmadı artık, tıpkı insanlardaki gibi... En basit hastalıklara bile çok açık hale geldiler. Direkt ya da dolaylı bir kez hastalığa maruz kaldıklarında onarılmaz haldeler. İçgüdülerinde dahi gözlemleniyor tutarsızlıklar ve dengesizlikler.

Binlerce sene hiç görülmediği şekilde tutarsız kayıplar başladı. Koloni çöküşleri başladı. "Koloni hastalığı" gibi bir isim verdiler. Sabah kalkıyorsun arıların kovanda yok. Etrafta ölüleri yok. Dönüşleri yok. Gören yok. İzini, düşüşünü bulabilen yok. Haliyle ortada artık eskisi gibi bal falan da yok...

Burada daha ilginç bir konu başlıyor; bal üretimi düşerken bal tüketimi artıyor.

Buradakileri maalesef tutarlı halde bulamadım. Amerika'nın istatistikleri genelde düzgündür. Yayınlanan son istatistiklere göre; Birleşik Devletler'deki kovanlardan yılda 72.000 ton bal üretilirken ülkedeki bal tüketimi 204.000 ton. Oransal olarak bizde de eminim ki benzerdir. Peki bu oranda bir sorun var mı? İşin makrosuna mikrosuna girmeden bal olarak baktığınızda yok, tükettiğinin yarıdan fazlasını ithal ediyor. Ama nereden? Çin balı, Hindistan balı, Vietnam balı, Kanada balı... Ama bakıyorsunuz, o ülkelerde de üretilen ve tüketilen balın oranı aynı!

Antik Çin esasen kadim balcılığın en büyük yıldızıydı. Antik Çin de sırf, modern olmayan Çin... 1990'larda filan Çinliler 7 milyon kovana sahipti. Acayip büyük bir rakam bu. Fakat bu da yetmedi, ne yapılsa yine yetmedi, bu talebi de birileri 'görmezden gelemeyince' balcılık bütün dünyada (elbette ve belki de en çok bizde) bambaşka bir şekle evrildi.

İki yöntem var. Ya ucuz katkı maddeleri eklenmiş balları piyasaya sürüyorlar ya da arıya bile güvenmeyip balı kendileri yapıyorlar. Tağşiş ve ötesi yani…

Bal tağşişinde kullanılan şuruplar genelde mısırdan ve şeker kamışından elde ediliyordu. Laboratuvarlar da duyarlılıkları buna yöneltip testlerini buna göre şekillendirdiler. Fakat bunların hiçbir işe yaramadığı şuruplar olduğunu da kısa sürede fark ettiler. Pirinçten yapılan şuruplarda bu testler işe yaramıyor örneğin. Çin de tabii bunu fırsata çevirdi, gemiler dolusu pirinç şuruplu balı her yere ve her yere sevk etti, sevk ediyor, etmeye de devam edecek gibi gözüküyor. Bu bal her yerde. Yani tüketiciler aslında bal olmayan bir ürünü bal diye tüketiyorlar. İki katını ödese de böyle, on beş katını ödese de bu böyle. Etikette "bal" yazıyor ama tüketici bal almıyor, alamıyor.

"Çin'den bal almayız, olur biter."

Denediler. Yani bu işler bir ara epey gündem olduğunda tüketicilerde "Çin balı mı? Hayır!" şeklinde bir davranış oluştu. Kolayca çözdüler. Gemiler yol üstünde bir yere daha uğrar oldu, hatta eminim ki dokuz gemiden sadece biri uğradı, kalanlardaki değişim sadece evrak üzerinde oldu. Dünya pazarına Malezya balı filan ihraç ettiler. Malezya geçtiğimiz sene 16.000 ton bal ihraç etmiş ki bırakın Malezya'daki arıları; Malezya'daki 30 milyon insan nüfusu çiçek yiyip bal üretse bunun yarısını üretemezler. "Honeygate" diye dökülüp saçıldı ise de Malezya olmaz Kamboçya olur, o olmazsa Sri Lanka olur ve oluyor.

"Testler geliştirilse..."

Bu da çözüm olmuyor. Her şeyden önce çok az test yapılabiliyor. Türkiye'de de böyle, dünyada da böyle... Kriterler de daha ziyade "Tehlikeli mi, zehirli mi..." falan diye önceliklendirilince Bremen'deki bir laboratuvar; 1950'lerden beri bal üzerine yoğunlaşmış bir kurum açıklama yapıyor: "Sahte bal üretenler ile bizim aramızda bir yarış var. Biz A maddesi için test geliştirdiğimiz anda B maddesine geçiyorlar" diye. Devletler tam pes etmek üzereydi ki iş iyice çığırından çıktı, kloramfenikol denilen öldürücü olabilecek katkı ballarda tespit edildi, yine büyük bir telaş koptu.

Her bal işletmesinin başına bir polis, onun başına da başka bir polis konulabilir mi, sanmıyorum. Öyle bir gelecekte yaşamayı da açıkçası istemiyorum. Fakat serbest piyasa, üretim, ticaret... denildikçe işlerin çok yönlü çıkmazlara girmiş olduğunu da görebiliyorum. En azından arıcılık ve bal konusu hayli önemli. İki konuda da çözüm nedir diye sorarsanız benim gönlüm devletin bu işi üzerine almasından yana. Bal üreticisi, bal satıcısı olarak söylüyorum hem de bunu. Özel sektöre bırakılmadan devlet bunun kontrolünü ve satışını alırsa, bal sorunu o gün çözülür. Devlet Bal Enstitüsü mü olur artık ne olursa... Numune analizleri denendi, çözemedi, belli. Kooperatifler çıktı, çözemedi. Gross marketler zaten belli... Devlet balı alsın, toplasın, ileri analizini yapsın, hologramlasın ve satsın. Ben razıyım.

Bal doğanın şifası. İnsanın en büyük ilacı. Kaybedilemeyecek kadar ciddi bir şey bu.

Bari el değmeden, saf ve yararlı kalabilsin.

Çok Para Harcamadan İyi Beslenmek Mümkün mü?Çok para harcamadan iyi beslenebilir miyiz? Bu gerçekten mümkün mü? Aslında evet, gayet mümkün. İşte iyi bir beslenme için tüyolarım: