Gıda ve Bilinç
Gıda bilincini ve eğrileri doğrulardan ayırmayı annemden öğrendim. Doğru beslenmenin kaynaklarını durmadan araştırırdı, bunların pratiğini de hiç tavizsiz her an ve her gün bizim için yapardı, hala da öyledir.
Eğitim ailede başlar, sindirirsin, benzersin; ben de galiba
öyleyim.
Annem bir kentli olarak toprağa ve hayvancılığa uzaktı. O daha
çok makaleler okur, doğru eşlikçileri, deterjan kullanımındaki
sakıncaları, iyi su içmenin faydalarını filan araştırırdı. Babam
ise köy ile olan tam ve gerçek bağımızdı. Babamın sonsuz sayıdaki
eşi dostu, akrabaları... Yumurtamız her hafta Kars'tan yola çıkar
ve trenlerle önce Ankara'ya, oradan da İstanbul'a (sanıyorum epeyce
hatır gönül ile) bize ulaşırdı. Otobüs altları, vesaire derken
babamın olağanüstü geniş çevresi mutfağımıza olağanüstü malzemeler
sağlardı. İşte o malzeme de annemle birleşince bizim
Mecidiyeköy'deki evin kalorifer petekleri üzerinde mayalanan
yoğurtlar, mutfakta Kars unuyla pişen poğaçalar, ekmekler eksik
olmazdı... Dışarıdan hiçbir şey alınmazdı, abur cuburun neye
benzediğini bile bilmezdik. Annem onları nükleer savaş başlığı gibi
anlatırdı. :)
Babam, annemin hep araştırdığı ve idealize ettiği beslenme disiplininin ta kendisi, canlı örneğiydi. Ankara'nın ötesini bırak en ötesi Saskara'da, soğuk ve feci bir yoksulluk içinde, fakat o oranda da gerçekliğin içine doğmuştu. İneklerin ve koyunların çobanlığını yapmış, gerçek mera sütünü içerek büyümüş, gerçek mera yoğurdu yemiş. Mera hayvanlarının etini ve kemiğini az bulmuş, ama onu çok beslemiş. Damda çıplak arpadan ekmek, kazların yumurtaları, arkadaki birkaç kovandan kendi balları, çayda çocuk oyunu gibi yakaladıkları ve oracıkta pişirip yedikleri alabalıklar derken 2.500 rakımdaki bu vahşi doğada o, %100 naturelliği yaşamıştı.
Tepeden tırnağa zekasını, ışıl ışıl hayata bakışını, sonsuz bir düş gücünü ve yazma yeteneğini bunlara borçlu olduğunu sanırım.
Bugün arasan bulunmuyor bu saydıklarım. Varsıl çocukların tabakları 1940'ların Saskara'sındaki gariban tabaklarından çok daha fakir.
"Kuşa bak" oyunlarıyla dikkat dağıtılırken gıdanın içi boşaltıldıkça boşaltılıyor. Açlık değil, gıdasızlık krizi...
Mamul ürün boş, meyvenin sebzenin besleyiciliği 50 sene öncenin belki 50'de biri. Süt süte benzemiyor ve işin acısı çocuklar da o beyaz sıvının sütün kendisi olduğunu zannediyor. Hayvan beslenmesi suni, kapalı besi çiftliklerinde yem çuvalları havada uçuşuyor. Cinsler suni, sürü, eşleşmedir bitti. Tohumlama suni. Kümesler desen horoz yok. Bir acayip dünya...
Bu acayip dünyada bağışıklık eğrileri haliyle tabanda. Medyanın her yeni senede yeni bir moda gibi sunduğu 'bilimsel' öneriler uygulandıkça daha da tabanda. Yumurta yemiyoruz, neden çünkü şey var. Süt içmiyoruz, neden çünkü şöyle bir şey var. "Aaa, pardon içiyormuşuz, ama sadece şu cins hayvandan", "neden?", "çünkü bizim patron onlara yatırım... ay pardon bilimsel araştırma öyle diyor da ondan". O bilimsel araştırmaya karşıt görüş sunan diğer bilimsel araştırmalar ne diyor diye soruyorsun, tam sessizlik. Dünya artık maalesef böyle. Birinden kaçsan öbürüne yakalanıyorsun.
Değişen ama iyiye gitmeyen; absürtleşen söylemleri biraz araştırdığında seni hep birilerinin cebine götüren rüzgarların çirkinleştirdiği bu dünyada, 13.000 yıllık kavulcanın değerini yazıp anlatmaktan, bunu sahanın neredeyse tamamına yaymaktan kendi adıma çok gururluyum.
Buğdaydır, ama basit konu değil.
Tarihe çok düzgün bir kayıt düştük. Bunun için İlhan Abi'ye de elbette minnet doluyum.
Şimdi bir es verip bir başka buğdayı anlatmak istiyorum. Kızıl. İlk günden bugüne ekmeklerde ağırlıklı kullandığımız cins.
Kızıl, Kars'ta çok bilinen bir tür. Aşıkların dilinde, romanlarda, yaşlıların hafızalarında mutlaka bulunur. 7.000 seneye götürüyorlar geçmişini ki kutsal kitaplarda sözü geçen buğdayın bu olduğuna dair rivayetler dahi duyulur. Bizim bölgeden İran'a yayılmış; İran üzerinden Avrupa'ya geçmiş. Almanya'da ve İtalya'da yoğun ekimi yapılmış. Oradan Amerika'ya sıçramış, ancak bu yeni dünyadaki macerasını maalesef iyi bilmiyorum.
Kızılın çok farklı, çözülmez lifleri vardır. Bu lifler de safra taşı oluşumunu engellemekten damar tıkanıklığını yavaşlatmaya sayısız fayda sağlar. Niasin, tiamin, demir, manganez, bakır, amino asit, triptofan değerleri sanıyorum rakipsiz. Kafkas halkları hastalara evvelden beri nekahat dönemlerinde lapasını yapar yedirirler. Türkiye'de de ekimi aslında oldukça yaygındı. Sonra 50'ler, Marshall planı, bize sebepsizce yapılan iyilikler derken orta bölgelerde yerini yeni ve tuhaf cinslere bıraktı. Dirilmesi için zaman belki de gelmiştir? Ama şu aptal PR sistemlerine meze olmadan, 'Anadolu'nun bağrı', 'Hasan Dayı'nın sepeti' pazarlamalarıyla tadı kaçmadan diriltmek. Böylesini umuyorum. Üzerine çalışacağız...