Özlenen İstanbul…

“Kadıköy’de yaşamak bir ayrıcalıktır!”

İstanbul’da doğdum, İstanbul’da büyüdüm ve orada yaşadım. Ne yazık ki, şimdilerde İstanbul için “orada” tanımlamasını kullanmam nedeniyle hayli üzgünüm. Çünkü İstanbul, “covid-19” nedeniyle çok uzaklarda kaldı. Son bir yıldır virüsten korunmak ve ayakaltında olmamak için, ömrün son çeyreğinde, kendimizi uzaklardaki bu sahil kasabasına attık. Ama İstanbul burnumda tütüyor ve onu çok özlüyorum. Geçmiş günlüklerimi karıştırıyorum zaman zaman. Onunla ilgili yazdıklarımı okuyarak özlem gideriyorum.  Bunlardan birini, nedense sizlerle paylaşmak istedim bu hafta.

“Sabah uyandığımda yatağımı süratlice terk ettim. Karşıya geçecektim, yoğun bir gün beni bekliyordu. Kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Çaydanlığı ocağa koydum. Kitap, gazete ve defterlerimi kaldırdım.  Ayaküstü bir şeyler atıştırıp evden dışarı çıktım. Acıbadem Caddesi'nin yukarı başından “Kadıköy” minibüsüne bindim. Minibüs, hayli yavaş seyrediyor, cadde üzerindeki yolcuları toplaya-toplaya ilerliyordu. Onların tabiriyle ‘ördek’ topluyordu. Oysa yol açıktı; trafiğin yoğun olduğu sabah saatleri geride kalmıştı. Minibüs ancak insanlarla dolduktan sonra normal hızına kavuştu. Bu kez de yolcu kapmak için gereksiz hızlanma ve sollamalar başlamıştı. On dört kişilik minibüs, indi-bindiler haricinde, ıkış-tıkış içinde yirmi dokuz kişiyle inmişti Kadıköy’e.   Bütün bunlar nedeniyle şoföre bir şey demeniz mümkün değildi, cevap hazırdı; “Taksi tut da git!”  

Minibüsten zorunlu olarak Mısırlıoğlu’nda indim. Buradan Kadıköy’e inen yol trafiğe kapalıydı. Trafik ‘Yel değirmeni’ yönüne verilmişti. Bu yüzden Rıhtım Caddesine yürüyerek indim. Bu olağan bir şeydi; İstanbul’da her an trafik değişebilirdi, bugün de böyle olmuştu.

Kadıköy’e ulaştığımda, Rıhtım Caddesi, büyük bir kasabanın yoz bir panayır yeri gibiydi. İskeleye ulaşmak meseleydi; bütün Rıhtım Caddesi boydan boya hemen hemen insan boyunda, koyu yeşil boyalı kalın demir parmaklıklarla kapatılmıştı. Karşıya geçiş belli noktalardan yapılıyordu. Ortada olağanüstü bir durum yoktu, sadece yol düzeneği böyleydi(!)  Bu parmaklıklar, İnsanlarla kıyı şeridi arasına yol boyunca çekilmiş, adeta yasaklı bir mânia gibiydi ve insanlara ‘Berlin Duvarını’ anımsatıyordu. İskeleye ulaşmak için demir parmaklıklar boyunca yürüdüm. Nihayet ta ilerilerde, Haydarpaşa’ya doğru, ışıklardan karşıya geçip iskele meydanına ancak ulaşabildim.

Labirent gibiydi buraları. Meydanda birbirleriyle rekabet içinde olan büfeler, seyyar satıcılar ve esnaf olabildiklerince özgür ve açıkta sergiliyorlardı sattıklarını. Koca koca et, tavuk döner ruloları ay-gaz ocaklarının karşısında kebap oluyordu. Çıkan kokular ve savrulan dumanlar solunan havaya karışıyordu. Yeşilliği, domatesi, soğanı doğranıp piyaz edilmiş halleriyle açıkta, ortalık yerdeydi. Dönerci ustası, ekmek arasındaki dönerin üstüne bunlardan avucuyla doldurarak insanlara servis ediyordu. “Et döner; iki buçuk, tavuk döner bir buçuk liraydı.”

Şimdilerde bir de balık ızgara koymuşlardı aynı tezgâhlara. Balık kokusu diğerlerine baskın çıkmıştı; meydan, buram buram balık kokuyordu. İthal Norveç uskumruları 3 parçaya bölünüp her bir parça ekmek arasında 3 TL’ye satılıyordu. Görünüşe göre oldukça kârlı bir işti.  Ve Tezgâhtar haykırırcasına bağırıyordu; “Balık ekmek! Balık ekmek!”

Sabah, sabah balık da yenir mi? Diye geçiyor kafamdan ama yiyenleri görüyordum.

“Kör boğaza ne versen gidiyordu…”  Bu fiyatlara, başka bir yerde midenin ıstırabını dindirmek zor olsa gerekti.

Bütün sahil bandı “yaymacı-pazarı” gibiydi. Koca meydan sanki şuursuzca bir güruh tarafından istila edilmişti. Çayhaneler, büfeler, balık-ekmekçiler, simitçiler, ayakkabı boyacıları ve işportacılar tarafından parsellenmişti adeta. Hal binasından bozma Konservatuar binası da bir nazar boncuğunu andırıyordu aralarında.   Çirkin plastik çadırların içinde, plastik masa ve sandalyelerde öbek, öbek insanlar denize nazır, çaylarını höpürdeterek kâm alıyorlardı İstanbul’un Kadıköy’ünden…

Koca meydanda oturacak bir ağaç altı, bir bank yoktu!  Mecburen, meydandaki bu plastik masalardan birine oturdum. Bir çay sipariş etmeye yeltendim ki, elinde çay dolu tepsiyle servis yapan garson başımın üzerinde bitti. Tepsideki çay dolu bardaklardan birini sorgu sual etmeden önüme bıraktı. Parasını da peşinen tahsil etti.

Arkam denize dönük, boydan boya ‘Rıhtım Caddesini’ izliyorum; otobüs peronlarını, minibüs duraklarını ve gelen geçeni seyrediyorum. Rıhtımda bakımsız eski yüzlü binalar insana kasvet veriyor. Bir telefon şirketinin abartılı reklam panosu, birkaç binanın yüzünü birden kaplamış, meydana ve insanlara hükmeder gibi.  Altıyol’a çıkan yolda trafik ip gibi, Haydarpaşa’ya, Mühürdar’a giden yollar da öyle.  İnsanlar birbirlerinin üstünden atlayarak yürüyorlar. Otobüsler, minibüsler ve insanlar birlikte bir savaşın içinde sanki. Bir kargaşa, bir can pazarı yaşanıyor adeta. Meydanda her şey birbirine geçmiş durumda. Eğer bilmiyorsanız, gideceğiniz hattı arayıp bulmanız,  doktora tezi vermekten daha da zor.

Şimdi insanlar akın, akın iskeleye koşuyorlardı; karşıya geçeceklerdi ve beli bir saatte işlerinin başında olmak durumundaydılar. Bunlardan biri de bendim. Ama nedense meydanın sihrinden kendimi çekip alamıyordum. Oturduğum yerde sanki bütün bir ülke insanı teker teker gözlerimin önünden geçiyordu. İnsanlar genelde genç sınıf aralığındandı, yaşlılar arada bir görünüyordu. Nedense insanların özensizliği beni üzmüş ve düşündürmüştü.  İnsanlar hem kendilerine, hem de kılık ve kıyafetlerine karşı hayli özensizdi. Bu durum ekonomik olmaktan çok, kültürel bir yoksunluktu. Şehrin demografik yapısı hızla değişiyordu. Düzgünü, özeneni pek azdı ve arada kayboluyorlardı.

“Kadıköy’de yaşamak bir ayrıcalıktır…”  Kadıköy Belediyesinin Kadıköy ve insanı için ürettiği retorik böyleydi. Kadıköy’de bu haliyle yaşamak ve Kadıköylü olmak gerçekten bir ayrıcalıktı(!) Oysa Kadıköy aklın, ilmin, bilimin, estetinin, zarafetin, sağduyu ve izanın arandığı ve sorgulandığı bir yerdi bu haliyle. Ancak telaş edilecek ve üzülecek bir durum yoktu. Ne de olsa, “En büyük güzelliklerin en büyük çirkinliklerden doğacağını” söylemişti Nietzsche.                                                                                                   

22. Şubat. 2007 – Kadıköy

Aradan tam on dört koca yıl geçmiş. Bu devre içinde bir iki ufak ve yüzeysel elden geçirmenin dışında pek bir şey yapılmadı bu güzelim meydana. Aslında Kadıköy ve benzeri meydanlarımızın kaderi oldu bu pejmürdelikler. Aslında bu bir kader değildi; ekonomik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bir sonuçtu. İstanbul, 50’lerden başlayarak günümüze kadar gelen uzunca bir devrede her an her saat göç alan bir kent olmuştu. Önceki yüzyılın başında iki yüz- üç yüz bin nüfuslu bir kent, geçen devre içinde, nüfusu yirmi milyona ulaşan devasa bir kente dönüşmüştü.  (Geçen yüzyılın başında bir milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık kenti olan LONDRA’nın nüfusu, aynı devre içinde, ancak dokuz milyon olmuştur.)  Böylesi bir göç olgusuna maruz kalan bu kent için ne plan ne program yapmak mümkündür. İyi niyetli çalışmalar da bu yüzden hep akim kalmıştır.

Bu günlerde İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin Kadıköy dâhil, İstanbul’un bütün sahilleri ve meydanları için çeşitli projeler üretmiş olduğunu medyadan duyduğumda bir İstanbullu olarak dünyalar benim oldu. İnşallah bunları görmeye ömrüm yeter.

Ocak 2021 – Marmaris  

Cemal Çalımer

Clubhouse Odaları - Nedir, Nasıl Kullanılır? Bu makalede, Clubhouse'un nasıl çalıştığını ve kendi otoritenizi ve işinizi inşa edebilmek için Clubhouse'u nasıl kullanabileceğinizi keşfedeceksiniz.

 

Etiketler Covid19 İstanbul
Yorumlar
Kalan Karakter 800
Fethi Denizmen
Cemal Guzel bir konuya deginmissin Birak Istanbul’u ben yasamakta oldugum Sariyer’i ozledim gencligimin Sariyer’i Meydanlara gelince, hep yeniden yapilacakkar , begenilmeyecek tine yeniden yapilacak ve bu kisir dongu devam edip gidecek Neticede gurur duyacagimiz bir meydanimiz olacagini en azindan bizler sanirim goremeyecegiz